"Başıboş bir kamaya saplanmışım gibi
Çizilmiş bir yaşama atanmışım gibi
Kaskatı bir esirliğe çöktürülmüşüm gibi
Yüreğim bögürmek üzere gibi
Ayaklarım baltayla kesilmiş gibi "-ACZ
***
Gökyüzü, kara bulutlarını eşsiz maviliğinin altına serip yeryüzüne kasvetini dağıtırken, yüreğimin de o kasvetten payını aldığını hissettim. Sebebi, kokusuna aşık olduğum yağmur değildi elbet. Sebebi, yaşadıklarımdı. Daha doğrusu insanların yaşattıkları...
Düşünmek, artık acıdan başka bir şey vermez olmuştu. Düşünmek, altından kalkamayacağım sıkıntıları, zihnimin daracık boşluklarına sıkıştırıyordu. O boşluklar dolunca, acı dayanılmaz bir hâl alıyor ve gözyaşlarım tüm direnişime rağmen yanaklarımdan süzülüp soğuk zemine damlıyordu. Şimdi de o günlerden biriydi. Fakat bu sefer, duvarın köşesine sığınıp ağlamak yerine, pencerenin önündeki koltuğa iyice sinmiş, çiselemeye başlayan yağmuru seyrediyordum.
Yağmur, her geçen dakika hızını arttırırken, gözyaşlarım da bu zamana ayak uydurup hızını arttırmaya başladı. Yağmur biraz daha hızlansa sessiz ağlayışım hıçkırıklara dönüşecek ve içinde kaybolduğum bir ağlamanın eşiğinde bulacaktım kendimi. Bunu bildiğimden dolayı ellerimle yüzümü örtüp kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Gök, birden şiddetle gürüldedi. Vücudum irkilirken ellerimi refleksle yüzümden çektim. Hızlı ve sert bir hareketle yanağımdaki yaşları silip başımı ağır ağır karşımdaki kanepede derin bir uykuya dalmış olan kardeşime çevirdim.
Üzerine örttüğüm kalın yorganı iki eliyle tutmuş, boğazına kadar sıkıca kavramıştı. O kadar yorucu bir gün geçirmiş olmalıydı ki gök gürültüsü bile uykusunu bölememişti. Hareleri acıyla titreşen siyah gözlerimi onun yüzünde gezdirdim. Solgun çehresindeki yara izleri uzun bir süre silinmeyecek gibiydi. Sadece bedenen bile bu kadar yarası varken yüreğinde açılan yara izlerini düşünmek, bana ağır bir acı veriyordu. Belki de onlar ömür boyu o temiz kalpte yerini koruyacaktı. Tıpkı geçen yıllara rağmen, yüreğimdeki yerini koruyan silinmez acılar gibi...
Yerimden ağır ağır doğrulup soğuktan titreyen bedenime aldırmadan kardeşimin yanına gittim. Kanepenin önünde diz çöküp uykuyu ağırlayan göz kapaklarına baktım. Tıpkı benim gibi uzun olan kirpikleri, yüzündeki hüzünlü ifadeyi derinleştiriyordu. Sağ gözündeki morluk geçmemişti. Elmacık kemiklerindeki yara kabuk tutmuştu. Aynı şekilde patlayan dudağı da... Beyaz yüzünde belanın nişanesi gibi duran o yaralar, benim içimi deşip geçiyordu sanki.
Sağ gözümden usulca sıcak bir damla gözyaşı akıp gitti. İki gün önce, okuldan dönüşünde heyecanla kapıyı açmıştım ona. En sevdiği yemeği yaptığım için çok mutlu olacaktı. Ayda bir evimize et giriyordu ve ben de o nadir günlerde yaptığım gibi, etleri küp küp doğrayıp ona kavurma hazırlamıştım. Yüzümdeki geniş gülümseme eşliğinde kapıyı açtığımda ise, bakışlarımla birlikte tebessümüm de donmuştu. Yüzü berbat hâldeydi. Sağ gözü yarı kapalı ve morarmış hâldeyken elmacık kemiklerinden ve dudağından damlayan kan, çenesinden aşağı süzülüp beyaz gömleğine ve yere damlıyordu. Kapının pervazına dayayarak zar zor ayakta tuttuğu bedeni yere yığılınca ise uğradığım şokun etkileri üzerimden şimşek hızıyla ayrılmıştı. "Enes!" diye acı bir çığlık kopmuştu dudaklarımdan...
Hatırıma gelen acı görüntülerin ardından göğsüm sıkışır gibi oldu. Elimi, sakinleştirmek istercesine kalbimin üzerine koydum. Derin derin nefes alıp verdim. Titreyen bedenime ve daralan yüreğime daha fazla eziyet vermemek adına ayağa kalktım. Bir an başım döner gibi oldu. Sağ elim alnıma giderken sol elimle koltuğun başlığına tutundum. Dudaklarımın arasından mırıltıyla tek bir cümle döküldü:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
leylâ
SpiritualYüreğine kazıdığı bir sızıydı o adam. Her geçen gün canı bir öncekinden daha çok yansa da, her gece başını yastığa koyduğunda gece karası gözlerinden yüzlerce gözyaşı damlası süzülse de, bu sessiz ve yaralayan gönül hastalığından şikayetçi değildi...