"Doktorum
Gayya kuyusuna inmek istemem
Bana bir ip uzat,yağmurlar istemem
Aynaları kırarım,suretimi istemem
Mevsimler dönedursun,bu dünyayı istemem
Ben Allah'ı isterim."-Kemal Sayar
***
Ufak mezarın başında, yağmur kokan ıslak toprağa değen ellerim sanki onu okşuyordu. Onu defnettiğimiz gün aklıma geldi. Ayakta duracak mecâlim yoktu. Uzaktan ona toprak atanlar arasında bulunan ve ağlayan Mehmet'in yüzüne toprak saçmak istemiştim o gün. Çünkü kaybımdan sorumlu tuttuğum tek kişi oydu. Kızımı benden ayırdığı için ona öfke doluydum. Yüzünü görmek, sesini işitmek dahi istemiyordum. Ama hem görmek hem de işitmek zorunda kaldım. Annesini, babasını, babamı, cenazeye katılan komşuları ise gözüm görmüyordu o gün. Kızımın son hâliyle hemhâldim sadece. Bir kâbus olmalıydı bu, az sonra uyanacağım. Çünkü gerçek olsaydı, yaşayamazdım. Ama günler geçti, uyanmadım. O zaman anladım kâbus olmadığını. Gariptir ki hâlâ yaşıyordum.
Bir daha buraya adımımı atamaz sanmıştım kendimi. Lakin her ay bıkmadan usanmadan gelip durduğum yer burasıydı. Cennette beni karşılaması için dua ettiğim kızım ise bu toprağın altında... Onu bana göstermek istemediklerinde kabul etmeliydim belki de. Gördükten sonra yüzünün nakış nakış zihnime ve kalbime işleneceğini, hatta rüyalarıma girip beni yokluğunun acısına karşı savunmasız bırakacağını bilmiyordum. Bilseydim bakar mıydım, bilmiyorum. Fotoğrafını çekip saklar mıydım, hiç bilmiyorum...
Bazen onun bana gülümsediği öyle gerçekçi rüyalar görüyordum ki uyandığımda yeni bir ağlama kriziyle başa çıkmak zorunda kalıyordum. Dün de o günlerden biriydi ve ben, kendimi yine burada bulmuştum. İsyan etmeyecek, saç baş yolmayacak, ağıt yakmayacaktım. Acısına sabretmenin ecrini bu şekilde zayi etmeyecektim. Gözyaşı, merhametten ileri gelirdi bilirdim. Ağlamakta bir mahsur olmaması tek ilacımdı. Ben, onun ardından nice gözyaşı dökmüştüm. Herhalde ağlamak da olmasaydı bu acıyla başa çıkamazdım.
Bu nasıl bir acıydı ki dinmek, geçmek bilmiyordu. Oysa onunla; minik bedenini kucağıma alıp son kez yüzüne bakmak ve soğuk yüzüne öpücükler kondurmak dışında tek bir hatıram bile yoktu. Ama hâlâ soğuk yüzüne değen dudaklarım o hissi unutmamıştı. Ona bakan gözlerimden zihnime nakşolan çehresi hiç ama hiç silinmemişti. Eskiden 'evlat acısı' diye duyduğum ama mahiyetini tam olarak bilemediğim şey, böyle miydi? Yaşayan bir ölüye çevirmişti beni. Eğer ölümü istemek uygun olsaydı ölmek için her gün dua ederdim. Ama yaşamaya dahi sabrettiğim bir noktadaydım. Sanki her gelen yeni güne tırnaklarımı batırıyor ve parmak uçlarımı kanatacak kadar zorlukla tutunmaya çalışıyordum ona. Canıma saplanan acılar ise bana yaşamaktan kalan ve her biri yüreğime unutamayacağım çizikler bırakan izlerdi.
Ellerim soğuk toprakta gezinirken onu defnettiğimiz ilk günde olduğu gibi kızımın üşümesinden korkmuyordum. O, çok merhametli olan bir Rabbin koruması altındaydı. Ve ben de o merhametin beni sarıp sarmalaması ve yüreğime şifalı yağmurlar yağdırması için dua ediyordum.
Yağmur yeniden çiselemeye başladı. Elimi topraktan çekip iki avcumu birbirine çarptım. Çamurlu ellerimin tersiyle gözlerimdeki yaşı ve yanaklarımdaki ıslaklığı sildim. Ayağa kalkarken bir çift spor ayakkabının varlığı ile afalladım. Başımı kaldırdığımda çok uzun bir süredir görmediğim adam, yaşlı gözlerle bana bakıyordu.
"Leylâ..." dedi gözlerimiz çarpışınca. Onu görünce ne hissedeceğimi hiç düşünmemiştim. Çünkü bir daha onu görmeyi hiç mi hiç istememiştim. Yüreğimdeki o ateş, yeniden harlanarak kalbimi yaktı. Kabanımın üzerinden göğsüme dokunup yutkundum. Buraya o ateşi harlamak için gelmiş olmalıydı. Bunca zaman sonra çıkıp gelmesinin başka hiçbir mânâsı olamazdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
leylâ
SpiritualYüreğine kazıdığı bir sızıydı o adam. Her geçen gün canı bir öncekinden daha çok yansa da, her gece başını yastığa koyduğunda gece karası gözlerinden yüzlerce gözyaşı damlası süzülse de, bu sessiz ve yaralayan gönül hastalığından şikayetçi değildi...