"Bir tüfeğin burnu havadadır
Ateş almak üzeredir mermisiz
Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım
Siz beni ne anlarsınız... siz...
Bir tüfek ateş almak üzeredir mermisiz"-Sezai Karakoç
***
Bela, derin bir girdap gibiydi. Bizi içine çeken, çektikçe sürükleyen, çektikçe daha da dibe batıran karanlık ve derin bir girdap... Biz debelendikçe daha çok çekiyordu sanki. Ama isyan etmeyecektim. Ne olursa olsun şeytanı memnun etmeyecek ve şükrümü bozmayacaktım. Annemi kaybetmiştim ben. Bu dünyadaki en büyük dayanağımı. Bundan daha ağır ne yaşayabilirdik ki? En fazla başımıza ne gelebilirdi?
Yutkundum. Kendimi avutmam bir işe yaramıyordu. Korkuyordum. Enes, anlatıp anlatmamak arasında gidip gelerek yüzüme bakıyordu. Gözlerinden okunan tek duygu tereddüttü. Belki de biraz korku...
"Anlat Enes, dinliyorum."
Elini saçlarına götürüp gergince karıştırdı ve derin bir nefes aldı. Başını önüne eğip ellerini birleştirdi. Yutkundum. Sanki hâlâ bir şeyleri duymaya hazır değilmişim gibiydi. Havada asılı olan ve neredeyse somutlaşıp bizi boğacakmış gibi hissettiren tuhaf bir huzursuzluk vardı. İçime çekiyordum o huzursuzluğu. En derinime.
"Ben... Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Aslında... Aslında bunu sana söyleyecektim. Ama.. Tepkinden çekindim."
Her kelimesini duraksayarak ve ölçüp tartarak kurmuştu. Sonlara doğru gücünü yitiren sesi merakımı daha da kamçılamıştı. Tepkime bakmaktan bile çekinen gözleri, halı desenlerinde anlamsızca gezinmeye devam etti.
"Evet?" dedim sabırsızlandığımı belli ederek. Çünkü duymaya hazır değilmişim gibi hissetsem de duymak zorundaydım. Gerçeklerin ne kadar acıttığını annemin ölümünden sonra öğrenmiştim ben. En kesin ve keskin hakikatlerden birinin 'ölüm' olduğunu idrak etmiştim. İçimi yakan huzursuzluk beni korkutsa da kardeşimin ne yaşadığını öğrenmem gerekiyordu.
Avuçlarını pantolonuna silip, "Ben..." dedi. Yutkunup sustu. Ona zaman tanıyarak sabırla bekledim. Bir süre sonra birden şu üç kelime döküldü dudaklarından:
"Ben, birini seviyorum."
Böyle bir şeyi duymaya hazır değilmişim gibi gözlerim irice açıldı. Her zaman geçmişle bağlantı kuran küflenmiş zihnim, şimdi de babamı gözümün önüne getiriyordu. O, bir kadını sevdiği için annemi aldatmıştı. Annem, belki de bunu kaldıramayıp hasta olmuştu. Sevmek... Sevmek, bana korkutucu geliyordu. Bana bir zindan hükmünde olan bu dünyayı katlanılır kılan şey, annemin yüzüydü. Ya da ben öyle zannetmiştim. Çünkü o öldükten sonra yaşayamayacağımı düşünen ben, yaşamaya devam ediyordum. Her şeye rağmen katlanıyordum dünyaya. Ama yine de ondan mahrum bırakılmıştım işte. Neden? Aptalca bir sevda yüzünden. Daha doğrusu bir aşk belası yüzünden... Bazı insanların hayatının amacı hâline getirdiği bir duyguya böylesine bir kin beslemek, onlarla ne kadar çatıştığımın belki de en iyi kanıtıydı. Kardeşim yanımda olduğu sürece kim benimle çatışsa bile umrumda değildi. Ama şimdi o, birini sevdiğini söylüyordu. Bu duygu bana tek bir şeyi anımsatıyordu: Kaybetmek. Zihnimde uçuşan binlerce görüntü boğazıma kat kat düğüm bıraktı. Yutkunamadım.
"Kim?" diye sordum donuk bir sesle. Sanki birazdan beni bırakıp sevdiğiyle evlenecekmiş de burada yapayalnız kalacakmışım gibi aptalca bir düşünce beni dürtüyordu. Zihnimin karanlık koridorlarında dolanan bu düşünceyi alıp fırlatmak istiyordum. Ne kadar mantıksızca ve paranoyak davrandığımın farkındaydım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
leylâ
EspiritualYüreğine kazıdığı bir sızıydı o adam. Her geçen gün canı bir öncekinden daha çok yansa da, her gece başını yastığa koyduğunda gece karası gözlerinden yüzlerce gözyaşı damlası süzülse de, bu sessiz ve yaralayan gönül hastalığından şikayetçi değildi...