|42. Bölüm|

638 59 28
                                    

"hangi yıldızdır bilmem, gözlerin
kayar da üzerime rüveyda
önce tuhaf bir deprem yayılır bedenime
sonra açılır önümde ıstırab vadileri
silik renkleriyle adımlarıma
çözülmeye yüz tutan bir mazi mühürlenir
hayalin bittiği menfeze doğru"

-Nurullah Genç

***

Yanlış toprakta yeşermeye çalışmak...

Dünden beri bunu düşünüyor, geçmişle bugün arasına köprüler kurup sonra o köprüleri yine kendi ellerimle yıkıyordum. Mehmet'in doğru toprak olduğuna öyle çok inanmıştım ki... Orada yeşereceğimi hatta çiçek açacağımı zannederek sarhoş edici bir mutlulukla sevmiştim onu. Fakat gün geldi, sarardım ve o adam kendi elleriyle kırdı dallarımı. Çürüdüm. Öyle ki bir daha yeşermem mümkün dahi olmadı.

Abdullah ise bana çok uzak, toprağında yeşermemin asla mümkün olmadığı, kendisine abilik dışında herhangi olumlu bir duygu beslemediğim bir adamdı. Şimdi ise onun toprağına ekiliydim. Aylar geçmişti, bırak yeşermeyi henüz tohumum çatlamamıştı bile. Hâlâ bağrımı acıtan karanlık bir yerde, bir ümit, çatlamayı bekliyordum. Bir gün güneşi görüp de bu acıdan kurtulmak için değil. Evli olduğum adamı, içinde bulunduğu acıdan kurtarmak için... Oysa benim henüz kendime bile faydam yoktu.

Kapı çalana dek meyus bir düşüncenin baskısı altında ezildim, kalbime batan iğneleri çıkarmaya çalıştım. Uzun bir süre bununla uğraşmam gerekeceği artık aşikar olmuştu.

Gelenin kim olduğunu bildiğim için meraksız ve telaşsız adımlarla kapıya vardım. Asiye Teyze'nin endişe izleriyle dolu beyaz yüzünü gördüğümde içimde bir yerlerin acıdığını hissettim. Abdullah'ın başına gelenleri öğrenir öğrenmez bize gelmişti.

"Selamun aleyküm kızım."

"Aleykümselam anne. Gel, Abdullah salonda."

Ayakkabılarından, ayağına takılan bir zincirden kurtulur gibi kurtulup içeri girdiğinde kapıyı kapattım. Salona girdim ardından. Abdullah, annesini görünce oturduğu yerde toparlandı. Elindeki sargıyı gören annesi, elini ağzına götürüp korku bulaşan sesiyle: "Hiii" dedi. Hızlıca yanına varıp kolunu tuttu.

"N'oldu sana böyle Abdullah'ım?"

Annesini sakinleştirmek ister gibi güldü Abdullah. Elini onun dizine koyup: "Korkacak bir şey yok annem" dedi. "Bu yüzden sana dün haber vermedim zaten. Telaşlanacağını biliyordum."

"Nasıl telaşlanmayayım. En son üç yıl önce kestin elini, o da dikişlik değildi. Sen kolay kolay böyle kazalar yaşamazdın. Dikkatliydin oğlum."

Ayakta dikilen bedenimi koltuğa bırakamadım bile. Abdullah'la çok kısa bir an göz göze geldik. Utandım, yakıcı bir sıcaklık sardı bedenimi. Aynı zamanda büyük bir suçluluk duygusuyla kendimi salondan dışarı attım. İşe gittiği gün ne kadar dalgın ve kederli olduğunu anımsadım. Sebep olduğum şey, yüzümü buruşturup zorlukla yutkunmama sebep oldu. Mutfağa gidip çayı koyarken ve tabakları çıkarıp petibör bisküviyi gelişigüzel bir şekilde boşaltırken ağlama isteğimden kurtulmaya çalıştım.

Salona girince Asiye Teyzelerin karşısındaki kanepenin bir köşesine bıraktım kendimi. Abdullah'ın, annesini teskin edişini, farklı konu açma çabasını izledim. Fakat Asiye Teyze bir türlü o konudan çıkamadı. Oğlunun üç hafta çalışamayacak kadar kötü bir durumda olmasına kafası takılmış, yarasını merak ediyordu. Bir de belirli aralıklarla elini dizine vuruyor, oğlunun elindeki sargıya annelik şefkatiyle içi yanarak bakıyordu. Abdullah ise bilinçli bir şekilde yarasını göstermekten kaçındı.

leylâHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin