"Kendi kendine ardaşak kaçağı
Arada bir bakınır ne yaptığına
Süresiz kapılır tablolara yangelir"-Cahit Zarifoğlu
***
Bu yaptığım iyi bir şey değildi, biliyordum. Fakat artık içimdeki kuşkular ve zihnimde susmayan o ses beni rahatsız etmeye başlamıştı. Bunu yapmasam o sesi hiç susturamayacağımı ve o kuşkuyu hiç gideremeyeceğimi biliyordum. İki aydır bu kuşkuyla yatıp kalkıyor, iki aydır Mehmet'in yüzünde bir başka kadının izini arıyordum. Sanki her an bulabilirim korkusuyla... Bazı şeyleri bizzat yerinde görmem daha iyi olacaktı şüphesiz.
Elimdeki karton poşeti sıkıca tutarak okulun açık kapısından içeri girdiğimde bahçe bomboştu. İçeri girip banklardan birine oturdum. Uzun sayılabilecek bir süre bekledim. En sonunda zil çaldı, öğrenciler doldurdu bahçeyi. Ayağa kalkıp huzursuz adımlarla okul binasına doğru yürüdüm. Kalbim, yanlış bir şey yaptığımın bilinciyle hızlı hızlı çarpıyor, ellerim durmadan terliyordu.
İçeri girdiğimde nöbetçi öğrenci kim için geldiğimi sordu. Elimdeki poşeti gösterip eşim olduğunu dile getirmeden Mehmet Hoca'ya bir şey vermem gerektiğini söyledim. Öğrenci, önündeki kalın deftere ismimi ve soy ismimi yazdı. Soy ismimi duyunca biraz duraksar gibi oldu. Muhtemelen Mehmet'in eşi olduğumu anlamıştı. Giriş saatimi ve geliş sebebimi de yazdıktan sonra imzamı aldı, öğretmenler odasının yerini gösterdi. Avuçlarım terlerken içim nedense üşüyordu. Kabanıma daha çok sarınarak öğretmenler odasına vardım. Kapının önünde beklemeye başladım. İçeriyi görebileceğim bir noktada değildim henüz. Ara ara öğretmenler, elinde kitaplarla içeri giriyor, bazısı da neden burada dikildiğimi anlamaya çalışır gibi yüzüme bakıyordu.
Cesaretimi toplayıp kapının eşiğine biraz daha yaklaştım. Hızlıca göz gezdirdim kalabalık odaya. Mehmet'i hemen tanıdım kalabalık içinden. Arkası dönük bir şekilde krem renkli uzun dolabın bir bölmesini açmış, içine elindeki kitapları yerleştiriyordu. Buraya gelmek için mazeretim olsa bile bir an içimdeki cesaret kırıntısı da kaybolup gitti sanki. Hızlıca çekildim eşikten.
Napıyordum ben?
Ona güvenmiyor muydum?
Alnımı ovuşturup bunaltıcı düşüncelerin etkisinden kurtulmaya çalıştım. Karşı taraftan gelen ve yere vurduğunda yüksek bir ses çıkaran topuk seslerini işitince refleksle başımı kaldırdım. Yeşil, uzun ve dar bir triko elbiseyle genç bir öğretmen, elinde bir dosya ve omzunda bir çanta olduğu hâlde odaya yaklaşıyordu. İlk bakışta bile dikkat çeken açık mavi iri gözleri, dolgun sayılabilecek dudakları ve kumral hafif dalgalı saçlarıyla gerçekten hayranlık uyandıracak kadar güzel bir yüzü vardı. Bebek gibi, denilen o yüzler gibi...
Onu tanımamama rağmen Enes'in bahsettiği o öğretmen olduğunu çok geçmeden anladım. Okulda güzelliği dilden dile dolaştığına göre bu kadın o olmalıydı. Benim onu izlediğimi fark ettiği için miydi bilmiyorum ama yüzüme şaşırır gibi baktı ve bir an duraksadı. Sonra gözlerini benden kaçırdı ve rahatsız olduğum bir şekilde gülümseyerek içeri girdi.
Birkaç dakika geçti, içimdeki huzursuzluk katlanarak büyüdü. Dayanamayıp tekrar kapının eşiğine geldim. Fakat bu sefer varlığını kanıksadığım o yumru yeniden gelip oturdu boğazıma. Çünkü o kadın, Mehmet'in oturduğu sandalyenin hemen yanındaydı ve iki elini masaya dayamış ve yüzünü de Mehmet'in yüzüne yaklaştırmış, masanın üzerindeki açık kitapta bir yeri işaret ederek konuşuyordu. Fakat boğazımdaki yumrunun asıl sebebi esasen bu da değildi. Kadının yüzü ona bu kadar yakınken Mehmet'in de ona bakarak dikkatle dinliyor oluşuydu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
leylâ
SpiritualYüreğine kazıdığı bir sızıydı o adam. Her geçen gün canı bir öncekinden daha çok yansa da, her gece başını yastığa koyduğunda gece karası gözlerinden yüzlerce gözyaşı damlası süzülse de, bu sessiz ve yaralayan gönül hastalığından şikayetçi değildi...