"Gözleriniz madam
Gözlerinize bakıyorum da
Sanki bir yangın yeri
Yüzünüz talan edilmiş bir
İmparatorluktan kalma gibi,
Bir şair oturmuş o iki kaşın arasına,
Tüten dumana ve akan kana bakmaksızın
Aldırmaksızın…"-Kemal Sayar
***
Kahvaltı hazırlayıp sofrayı kurduğumda ellerim ve ayaklarım birbirine dolandı. Ona nasıl sesleneceğimi, sofraya nasıl davet edeceğimi, davet etsem bile onunla nasıl baş başa kahvaltı edeceğimi hiç bilmiyordum. İrili ufaklı tedirginlikler asılı ayaklarım, mescidin önüne doğru adımlar attığında söyleyeceğim cümleyi zihnimde toparlamak istedim. Ama olmadı. Hafif aralık olan kapıyı yavaşça ittirip içeri baktım. Kitaplığın karşı duvarının dibinde bulunan minderin üzerinde, elinde tesbihle uyuyakalmıştı.
Mindere sığmayan bedeninin yarısı gri renkli halının üzerindeydi. Yanına varmaya cesaret edemediğim için kapıya iki kez tıklattım. Kıpırdansa da gözleri açılmadı. Ona henüz hiç adıyla seslenmemiştim. Yıllardır 'Abdullah Abi' dediğim için şimdi 'Abdullah' diye seslenmek benim için çok güçtü. Utanıyordum.
Tekrar tıklattım kapıyı, bu sefer öncekinden daha yüksek bir sesle. Neyse ki hareketlendi ve ardından göz kapakları aralandı. Önce uyku mahmurluğu ile etrafına, en son ise varlığımı sezerek bana baktı. Dün gece ağlayıp durduğum için şimdi şiş olan gözlerimi ondan ayırarak: "Kahvaltı hazır..." dedim ve cevabını beklemeden mutfağa girdim. Küçük mutfak masasına hazırladığım sofrada tek eksik olan çaylardı. İki bardak çıkarıp çayları doldurduktan sonra bir kaseye de şeker doldurup hepsini masaya taşıdım. Abdullah, mutfağa girip oturduğum yerin karşısındaki sandalyeyi çektiğinde zaten gergin olan bedenim sanki mümkünmüş gibi biraz daha gerildi.
Besmele çekti, eline çatalı alıp hazırladığım sade sofrayla karnını doyurdu. Ben ise birkaç parça peyniri ve iki dilim haşlanmış yumurtayı dahi zorlukla yedim. Çayla doldurdum midemi daha çok. Abdullah, çatalını bırakıp sandalyeye yaslandığında boş çay bardağını fark edip hızlıca ayağa kalktım. Ona sormadan bir bardak daha çay doldurdum. Zamanında Asiye Teyze'ye çok fazla gidip geldiğim için çayı çok sevdiğini ve demli içtiğini biliyordum.
Bardağı önüne koyduğumda: "Sağ ol" deyip içine iki şeker attı. Karıştırırken: "Bugün..." deyip söze girdi. "Evdeki eksikler için pazara gideceğim. Gelmek ister misin sen de?"
Sanki başka bir seçeneğim yokmuş gibi: "Olur..." dedim. Abdullah, başka bir şey demeden çayını içti. Bu süre içinde gözlerimiz hiç birbirimizin yüzüne değmedi. Çayı bittikten sonra: "Doldurayım mı?" Diye sordum ama istemedi. Masadan kalkıp sofrayı toplamaya başladı.
"Ben yaparım" dedim telaşla. Bunu onunla birlikte yapmak istemiyordum. Geçmişin penceresini açacak olan bir fiildi bu. Sesimdeki telaştan mıdır yoksa başka bir sebepten mi bilmiyorum ama bıraktı elindekileri. Mutfaktan çıkıp rahat bir nefes almama vesile oldu.
Çayın altını söndürdüm. Sofrayı toparlayıp bulaşıkları yıkadım. Toplu ve temiz olan bu evde yapacak başka hiçbir işim olmadığı için odalarda boş boş gezindim. Abdullah, geniş balkonda kollarını demirlere dayamış etrafı seyrediyordu. Yahut benden kaçıyordu. Yine de bu ihtimalin üzerinde çok fazla durmadan abdest aldım. Küçük odaya girip iki rekat kuşluk namazı kıldım. Nesibe'yle birlikte okuduğumuz sohbet kitabından birkaç sohbet okuyup daralan gönlümü ferahlattım.
Abdullah, öğle namazından geldikten sonra birazdan pazara gideceğimizi söyledi. Odaya geçip sürekli aynısını giydiğim için epey yıprattığım feracemi giydim. Siyah eşarbımı takıp balkonda beni bekleyen Abdullah'ın yanına vardım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
leylâ
SpiritualYüreğine kazıdığı bir sızıydı o adam. Her geçen gün canı bir öncekinden daha çok yansa da, her gece başını yastığa koyduğunda gece karası gözlerinden yüzlerce gözyaşı damlası süzülse de, bu sessiz ve yaralayan gönül hastalığından şikayetçi değildi...