"Daha dokunmadan kurudu irem
çöllere bir türlü yağamıyorum
yeni bir koşunun başlangıcında
biraz deprem sonrası
biraz şehir hülyası
bir kalp yangınından geriye kalan
siyah gözlerine beni de götür
artık bu yerlere sığamıyorum."-Nurullah Genç
***
Avcumdaki ve bacağımdaki yaralar iyileşmişti. Oysa ben, kalbimdeki yarayla ne yapacağımı bilmiyordum. Onun bir merhemi yok gibiydi. Mehmet bile kızımın hasreti kadar çok yakmıyordu canımı. Geçiyor sandığımda bile daha da harlanan bir ateşti bu.
Gözyaşlarımla ıslanan fotoğrafını öptüm, okşadım. O fotoğraftaki minicik bedenine dikkatle baktım. Sanki o soğuk ölü bedene tekrar dokunuyor gibi ürperdim. Ona gitmek, toprağının önünde biraz olsun kendimi teselli etmek istedim. Tam kalkacakken kapı tıklatıldı. Abdullah, ağlamamı veya iç çekişlerimi duymuş olmalıydı. Bugün, kendimi tutmamın mümkün olmadığı bir zaman dilimindeydim.
"Girebilirsin" dedim ağlamaktan dolayı çatallaşan sesimle.
İçeri girince elimdeki fotoğrafı sıkıp gözlerimi ve yanaklarımı sildim. Abdullah, yanıma varıp yatağın ucuna oturduğunda: "Leylâ..." dedi. "N'oldu sana böyle?"
Sesi, dehşete uğramış gibiydi. Gözleri elimdeki fotoğrafa kaydı.
"Mezarlığa gidebilir miyim?" Dedim yalvarır gibi bir sesle. "Kızımı çok özledim."
Fotoğrafa bakmak istediğini gözlerinin dalıp gitmesinden anladığımda onu elimde sıkmaktan vazgeçip avcumu açtım. Fotoğrafı uzattığımda yutkunarak önce bana sonra da avcuma baktı. Tereddütle aldı eline. Kendine yaklaştırıp uzun uzun baktı. Gözleri kızardı.
"Hazırlan, birlikte gidelim..." dedi durgun bir sesle. Fotoğrafı bana geri uzatınca elinin titrer gibi olduğunu fark ettim. Mehmet'e dair zihninde beliren görüntüler mi yoksa sadece salt merhametten mi böyle oldu, bilemedim. Onu incitmekten çekinerek fotoğrafı aldıktan sonra elini çekmesine fırsat bırakmadım. Ani bir hareketle tuttum nasırlı iri elini. Şaşırmış gibi gözleri irileşti. Henüz buna bile hazır değilmişim gibi içimde yabancı, soğuk bir his belirdi. Sadece teşekkür edecektim fakat neden yapamadığımı bilemedim. Belki de o yabancı duygudan kurtulmaya çalıştım. Fark ettirmemek için çok uğraşsam da o, duygularımı fark etmiş gibi gözlerini benden kaçırıp elini elimden uzaklaştırdı.
"Gidelim..." dedi soğuyan sesiyle. Dolaba yönelip içinden kıyafetlerini çıkardı. Bana bakmadan, kaşları çatık bir hâlde odadan çıktı.
***
Minik mezarı başında uzun uzun dualar ettim. Ağladım, onunla konuştum, toprağına dokundum. Abdullah, omzuma dokunup beni kaldırmasa birkaç saat daha kızımla kalabilirdim. Beni kaldırdığında son kez toprağına baktım. Ellerimi birbirine sürtüp Abdullah'ın yanında yürümeye koyuldum. Biraz olsun iyi gelmişti kızımın yanına gelmek. Ağlamak, içimi dökmek, dua etmek...
Dudakları yine dualarla kıpır kıpır olan Abdullah'ın yanında yürürken ona olan minnet duygum kelimelere dökemeyeceğim kadar büyüktü. Her şeye rağmen, geçmişin o tozlanmaya yüz tutan sandıklarına elini sürmeyip yüzüme hiçbir şey vurmaması ve beni sorgulamaması ona olan borcumu gittikçe artırmış olmalıydı. Yanında bir hayal gibi yürüdüm. Taş yolu yürümeyi bitirene kadar sessiz ve kıpırtısız olan mezarlara bakıp tefekkür etti. Çeşitli duyguların tesiri altında yüzü değişik ifadelere büründü. Ölümü düşündüğünü ve yüreğinin korkuyla ümit arasında dalgalandığını anladım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
leylâ
EspiritualYüreğine kazıdığı bir sızıydı o adam. Her geçen gün canı bir öncekinden daha çok yansa da, her gece başını yastığa koyduğunda gece karası gözlerinden yüzlerce gözyaşı damlası süzülse de, bu sessiz ve yaralayan gönül hastalığından şikayetçi değildi...