|2. Bölüm|

2.3K 177 48
                                    

"Lâmbayı yak anne, üşüdü parmaklarım
Gidiyoruz azar azar."

-Zarifoğlu

***

Leyla'ydı ismim. Babam koymuştu bu adı bana. Ve o fısıldamıştı kulağıma üç kere. İlk çocuğuydum ama ilk göz ağrısı olamamıştım onun. Belki ilk kalp ağrısıydım... Acıdan başka bir şey verebilmiş değildim ona. Annemin gözünün nuruydum, babamın ise karanlığı. Belki de bu yüzden adımı Leyla koymuştu. Onun hayatına karanlık bir gece gibi doğduğum için... Zerre kadar sevmediği kadının çocuğu olduğum için...

Leyla...

"Çok karanlık gece" idi mânâsı.

Küçüktüm bilmiyordum.

Büyüdüm sonra. Büyüdükçe acı çektim, kanadım. Kanadıkça öğrendim. Annemin hastalığında kanadım en çok. Ciğerinden kopup gelen öksürükleri dinlerdim geceleri ninni yerine. Biliyordum, o iyi değildi. Bir gün bizi bırakıp çok uzaklara gidecekti. Küçüktüm ama biliyordum. Lakin bilmek her zaman iyi şeyler getirmezdi. Bazen bilmek acıdan başka bir şey vermezdi insana. Bana da vermedi. Kanadım. Kanadıkça ruhum adımın mânâsına büründü. Gece oldum. Kapkaranlık bir gece.

Bitmemişti ama. Uyandım bir gün. Annem uyanmamıştı ama. Kapalıydı gözleri, ağzından akıp çenesine süzülmüş olan kurumuş kana dokunmuştum. Sonra omuzlarına dokunmuştum titreyen ellerimle. Yorgun ve yaralı omuzlarına. Sarsmıştım annemi.

"Uyan anne, ağzın kanamış!"

Açmadı gözlerini.

"Anne uyan bak sana kahvaltı hazırladım sen yorulma diye."

Olmadı. Açmadı annem gözlerini. Sonra anladım onun çok uzaklara gittiğini. O günden sonra bir zulmet perdesi indi gözlerime. Her yeri karanlık gördüm. Geceler sığınağım oldu. Kalem ve kâğıtlar yoldaşım. Dualarım... Kendimi güvende ve huzurlu hissettiğim yegâne yer: secdeler...

Ve ben... Hiçbir zaman unutamadım. Mâzîyi tozlu raflara kaldıramadım. Yahut kaldırmak istemedim. Tıpkı babamı sevmek istemediğim gibi.

İnsan babasını sevmek istemez miydi hiç? Bazı acılar vardı ki, canından olanı sevemezdin. Seversen eğer ihanet sayardın bunu. Sevecek gibi olduğunda bile annen belirirdi gözünün önünde. Bir deri bir kemik kalmış, çenesindeki kurumuş kanla yerde yatan annen. Ölüm gibi soğuk bedeniyle ve yüzündeki acılı ifadeyle yaralı annen...

Böyle başlamıştı benim hikâyem. Nasıl biteceğini bilmiyordum. Tek umudum ve duam güzel bitmesiydi.

Gömleğinin önünü ilikleyen Enes'e baktığımda aklıma düşen mâzî, dalıp gitmeme sebep olmuştu. Öyle ki, Enes ellerini gözümün önüne getirip sallamazsa kendime gelemeyecektim.

"Hayrola abla? Kime daldın gittin böyle?"

Sesine sorgulayan bir ton veren kardeşime bakıp kaşlarımı çattım. Sorgulamasının altında gizli bir kıskançlık yatıyordu. Bunu her ne kadar saklamaya çalışsa da gözümden kaçmamıştı. Sizden küçük bile olsa erkek kardeş, abi gibi oluyordu bir yaştan sonra. Yine de onun imâsına kızmaktan kendimi alıkoyamamıştım.

"Hadi Enes. Benimle uğraşmayı bırak. İşe geç kalacaksın."

Bana cevap vermeden gömleğinin son düğmesini ilikleyip siyah kapşonlu montunu giydi. Fermuarını çekerken odaya niçin girdiğimi hatırlayıp derin bir nefes aldım. Enes'in dağınık masasındaki bardağı ve meyve tabağını elime aldım. Bakışlarımı, aynanın karşısında gür saçlarını taramakla meşgul olan kardeşime çevirdim. Yüzündeki yaralar kurumuş olsa bile iyi olduğundan emin olamıyordum. Onun için içimde bitmeyen bir endişe vardı.

leylâHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin