"Yani sen diyorsun ki, ilahi gerçek ya da doğru ya da adalet, eninde sonunda ortaya çıkar. Ama etkili olabilmesi insanın tercihinde gizli..."
"Evet, bunun gibi bir şey... Yani affetmezsen, karşına başka sınavlar çıkar... İlahi doğruyu illa ki anlaman beklendiği için."
"Ne yani şu reenkarnasyon olayından mı bahsediyorsun?"
"Asla! Az önce demedik mi hayat, kendini tekrar eden hikayedir diye. Reenkarnasyon, birçok yönüyle ucu açık bir fikirdir. Tanrısal olduğu söylenir ama reenkarnasyon, nüfus artışını yetkin bir biçimde karşılayamaz."
"Nüfus artışı mı?"
"Evet, insanların sayısı gittikçe artıyor. Reenkarnasyoncular, bu konuda bir tek açıklama bile yapmıyor. Sadece ruhun tekrar tekrar gelip gitmesinden, kendini sonraya ertelemesinden bahsediyor. Oysa ki ruh, Tanrısaldır ve özüne kavuşması beklenir, bizzat sahibi tarafından."
"Bir dakika... Ben yine anlamadım. Biraz daha açık konuş lütfen."
"Tamam. Şöyle diyelim. Bir yönetmen, bir film çekmeden önce tüm ekibini hazırlar değil mi? Yani filme başladıktan sonra oyuncu aramaz, değil mi?"
"Evet, televizyonlardaki basit dizileri ele almazsak, genel olarak böyledir."
"Peki, Allah'ın hayat kurgusunu yaptığı sırada figürlerini önceden belirlemesi mümkün müdür?"
"Mümkündür."
"Kaldı ki Kuran'da şöyle bir ifade var; 'Hepiniz inin oradan aşağı dedik!' bu ifade, Adem ve Havva'nın cennetten kovulması üzerine söyleniyor."
"Bundan ben ne anlamalıyım?"
"Yani sen ve ben burada oturuyoruz, ben Adem'im sen Havva'sın. Burada bizi istemeyen park yöneticisi 'Hey siz ikiniz! Çıkın oradan!' mı der yoksa ' Hepiniz çıkın oradan!' mı der?"
"Sanırım hepiniz derse burada oturan herkes dışarı çıkmak zorunda kalır."
"Evet, Adem ve Havva iki kişidir. Ama hepiniz inin oradan aşağı, diyen bir Tanrı sence kaç kişiye sesleniyordur?"
"Sayılamayacak kadar çok..."
"Demek ki figürler hazır... Sayılamayacak kadar çok kişi var ilk yaratılışta."
"İyi ama hani biz Ademle Havva'dan üremiştik?"
"Bu bir varsayım. Tıpkı sıfır ve bir gibi... Adem ve Havva'dan sizi türettik demeyi Allah bilirdi sanırım, eğer öyle yapmış olsaydı."
"Peki, biz nasıl oluştuk?"
"Cennette olan insanlar olarak biz, meleklerle aynı olduğumuz yerden aşağı indik veya bedenlerimize büründük."
"Tamam, ama nasıl büründük? Benim bildiğim insanlar, annesinden doğar!"
"Evren de bir bebektir. Nereden doğdu sence?"
"Bing Bang gibi şeyler var ortada... Sürekli bir şeyler buluyor adamlar..."
"Bulamadıkları şey Allah'ın "Ol, der ve o, olur" sözüdür."
"Anlamadım."
"Allah diyorum, böyle tarif eder kendini. Der ki ben bir şeyi yaratmak istersem, ona ol derim ve o da olur."
"Bu kadar mı?"
"Bu kadar."
"Ne oldu yani, biz cennette dolaşan milyarlarca insan olarak birden bire dünyaya indik ve yaşamaya mı başladık?"
"Dağlar nasıl oluştu? Taşlar nasıl oluştu? Sular nasıl oluştu? Toprak nasıl oluştu? Bu soruları bırakıp insan nasıl oluştu diye sorarsak, yanlış yerden başlamış oluruz."
"Evet, Allah insanı topraktan yarattı. Sahiden, toprak ne zamandan beri var?"
"Evet, burada önemli olan zamanı değil. Önemli olan toprağın dünyaya ait bir şey olduğudur."
"Yani?"
"Yani insan yaratıldığında, dünya zaten vardı. Hem de taşıyla, toprağıyla, suyuyla, tozuyla, dumanıyla..."
"Şimdi anlıyorum... Diyorsun ki Allah, önce filmin çekileceği mekanı yerleştirdi. En sona da başrol oyuncusunu sakladı!"
"Biraz öyle oldu diyebiliriz."
"Peki, bunlarla benim ne ilgim var? Yani ben Adem'le Havva'nın çocuğu olsam ne fark eder, olmasam ne fark eder?"
"Bugün kasaptan et alıp eve gittiğinde onu tabağına çiğ çiğ koyup yemiyorsun, değil mi?"
"Hayır! Tabi ki de pişiriyorum!"
"Evet, çünkü çok eski dedelerin eti pişirip yemeye başladı ve bu bilgi, senin bilgi dağarcığına yazıldı."
"Yani, sen ne demeye çalışıyorsun? Bilgi dediğin şey aktarılıyor mu?"
"Elbette. İnsanoğlu, aynı zamanda bütün olarak koca bir hikayenin parçasıdır. Her biri bir dönemde bir bilgi keşfeder. Sonra onu beynine kazır, sonra o bilgi çocukları sayesinde bir sonraki nesillere ulaşır."
"Kulağa çok saçma geliyor! Hatta bunlar birer saçmalık!"
"Peki, o zaman şunu deneyelim. Babannelerimiz radyo dönemi çocuklarıydı, babalarımız da televizyon dönemi, bizler de kumandalı televizyon çocukları... Yusuf, yani benim çocuğum ise teknoloji çılgınlığı dönemine ait ve ne oluyor biliyor musun? Yusuf, konuşmayı bilmezken, telefonumda oyunları bulabiliyor ve oyun oynayabiliyordu."
"Yani?"
"Yani, babannem radyonun düğmesine basmayı öğrendi, babam televizyona bakmayı, ben kumandayla televizyonu kurcalamayı öğrendim. Benim oğlum da eline geçen bir aleti nasıl kullanacağını bilerek dünyaya geldi."
"Kafam allak bullak oldu. Reeankarnasyondan bahsediyorduk."
"Tam olarak bundan bahsediyoruz... Reenkarnasyoncular der ki; insanlar bazı bilgileri hatırladığını söylüyor. Mesela Tibet'te bir çocuk henüz beş yaşındayken, üç yüz yıl önceki Tibet dilini konuşuyor. Afrika'da yaşayan bir kişi önceki hayatında neler olduğunu hatırlıyor. Hatay'da yaşayan biri de oranın çok eski dilini konuşuyor ve çok önceden olmuş olan olayları anlatıyor."
"Evet, bunları duymuştum. Tibet, Afrika ve bizim Güneydoğu bu konuda ismine çok sık rastlanan bölgeler."
"Bölge! İşte çok önemli bir konu bu! Bölge! Tibet'teki çocuk, Tibet'in çok eski dilini konuşuyor veya hatırlıyor... Hatay'daki çocuk, Hatay'ın çok eski dilini konuşuyor veya hatırlıyor. Afrika'daki kişi de orada yaşayan insanların geçmişine dair bilgileri biliyor veya hatırlıyor. Peki, neden Tibet'teki çocuk Tanrı Dağları'nda konuşulan ilkel Türkçeyi bilmiyor? Ya da Hatay'daki çocuk, neden Arapçanın ilkel halini değil de Fransızca'nın ilkel halini hatırlamıyor?"
"Çünkü dedeleri bilmiyor!"
"Evet! Bilgi, aktarılan bir şeydir ve geçmişe yönelik bilgilerin hatırlanması, yeni nesillerin beyinlerinin içeriği ile yakından ilgilidir."
"Sanırım yine anlamadım."
"Yani, Hatay'daki çocuk eğer dört yaşında piyano eğitimi alsaydı, beş yaşında yüzme dersine gitseydi, altı yaşında İngilizce, Fransızca ve Almanca öğrenmeye başlasaydı, yedi yaşında toplamayı çıkarmayı ve çarpmayı öğrenmeye başlasaydı, yüz sene önceki dedesinin bilgilerini hatırlamak zorunda kalmazdı."
"Boş bırakılan beyinler, geçmişi hatırlar diyorsun."
"Hayır, sürekli geçmişi hatırlayan beyinler, boş kalır diyorum."
"Anlayamadım!"
"Yani sen kardeşlerini affetmezsen, beynini boşaltmış olmayacaksın ve senin çocuğun, dünyaya geldiğinde öfkeli biri olacak ve büyük bir ihtimalle, dayılarını sevmeyecek."
"Şimdi anlıyorum affetmenin büyüklüğünü! Neden affetmek büyüklüktür diyorlar, şimdi anlıyorum! Ben kendimi makaradaki ip gibi sürekli aynı yere sararsam, hem yeni bilgi için boş yerim kalmaz hem de o bilgi bende sabitleşir! Oysaki yeni nesillere barışı, iyiliği öğretebilmek için bizim affetmeyi öğrenmemiz gerekiyor! Ve tabi gelişmek için de!"
"Aynen böyle! İşte bu yüzden, unut gitsin Züleyha!"
"Ne dedin?"
"Unut gitsin dedim."
"Hayır! Hayır! Bu cümleyi bana Ulus Park'ı söyler! Ben oraya ne zaman gitsem bana 'Unut gitsin Züleyha!' der! Sen bu cümleyi, harfi harfine nasıl söylersin?"
"Bilmem... Sence nasıl söylerim?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yusuf'un Hikayesi
Fiksi UmumYusuf'un Hikayesi / ÖNSÖZ “Sende Yusuf’un hikâyesi yazılıdır!” GİRİŞ Uyandım.... Ne korkunç bir duyguydu o! Ne sarsıcı bir beyanat… Bu arada Yusuf kim? ENG : Josph's Story / Preface "Joseph's story is written in you..." ENTRY I woke up... What a ter...