BAYAN EFRA'NIN ÜRKÜTÜCÜ DÜKKÂNI
Odanın camından içeri sızan güneşle uykusu bölündü, yatağın yan tarafı boştu. Saatin erken olmasına rağmen Beliz çoktan uyanmıştı.
"Günaydın tatlım, iyi uyudun mu?" dedi Menekşe Hanım içtenlikle. "Evet, efendim" dedi Simya saçlarını kocaman bir topuz yaparak. "Beliz nerede biliyor musunuz?"
"Beliz babasının yanında tatlım" dedi Menekşe Hanım ve kahvaltı için ekmek doğramaya devam etti. Menekşe Hanım diğer cadılar gibi kendini beğenmiş biri değildi. Oldukça sevecendi ve Simya'nın kendisini rahat hissetmesi için özel bir çaba harcıyordu. Onun bu sıcak anne tavrından dolayı ne kadar müteşekkir olsa da kendini bir yerde fazlalık hissetme duygusundan vazgeçemiyordu. Halasıyla yıllar boyu yaşaması sürekli kendisine bir fazlalık gibi davranılması az da olsa istenmeyen kişi psikoloji yaratmıştı.
Profesör Ares ve Beliz yatak odası katından aşağı salona indiler. Nihayet kahvaltı sofrasının başında herkes toplanmıştı. Simya hemen en yakın arkadaşının yanına oturdu. Dört köşeli masada herkesin yüzü gülüyordu ve bu Simya'nın bu hayatta pek de rastladığı bir şey değildi. Genelde halasının evinde kahvaltı yapmazlardı ve yapılan zamanlarda da Bade Hala hep bir sorun çıkarırdı. Beliz kızarmış ekmeklere reçel sürerken annesi ona yine çok iştahlısın tarzı bir bakış attı ama Beliz pek de bunu umursamıyordu. Son lokmasını da yuttuktan sonra "Sana mühürlü yüzük yaptırabileceğimiz bir dükkâna gideceğiz" dedi olabildiğince sessizce "Babamdan zor izin aldım. O dükkân biraz uzak sayılır ve tek başına gitmemizi istemediğini söyledi."
Evden çıktıklarında dışarıda sessiz bir fırtınanın habercisi olan kara bulutlar vardı. Gün aydınlanmış olmasına rağmen bulutlar iç karartıyordu. Kar yağışının yerini kuru bir soğuk almıştı. Kasabanın sokakları bir mezarlık kadar boştu, soğuk hava insanları evlerine ya da işyerlerine kapamıştı. Dağların tepesindeki kara bulutlar birazdan patlayacak bir fırtınayı işaret ediyordu. Öncelikle Tibet'inde yanlarında gelip gelmeyeceğini öğrenmek için Büyü Kazanına gittiler ama Acar'ın bankadaki işlerinden dolayı Tibet'in dükkândan çıkma gibi bir şansı yoktu.
Büyü Kazanının kar yığılı ufak penceresinden bakarken Simya tam karşıdaki tehlikeli hayvan dükkânında önünde duran tanıdık bir yüze rast geldi. Simya'nın hiç beklemediği bu genç adam lacivert kalın kaşe montu, soğuktan kızarmış yanakları ve altın rengi sarı saçlarıyla Can'dan başkası değildi. Simya onu görünce çok sevinmişti ama bunu belli etmemek için özel bir çaba sarf etti. Can'da onu gördüğüne sevinmiş gibi duruyordu ama koşup sarılabilecek, duygularını açık edebilecek bir genç adam değildi. Can eski iki kulplu kapıdan içeri girdi, bir süre sohbetten sonra büyük şöminenin önündeki koltuklara yerleştiler. Büyü Kazanı sabahın erken saati olmasına rağmen dışarıdaki kuru soğuğun etkisiyle kalabalıktı, masalarda oturacak yer bile kalmamıştı. Tibet belinde komik beyaz bir önlük ve elinde fırından yeni çıkmış yumurtalı tostlarla oradan oraya koşturuyordu. Nadir Bey ise gelen birkaç ahbabıyla muhabbet halindeydi.
"Hadi ama sende biliyorsun ki GümüşÜçgen'de onların hiç şansı yok. Seneye yapılacak olimpiyatta gerçekten okul takımları içindeki en ezik takım olacaklar" dedi pos bıyıklı göbekli adam. "Ben eminim ki Montem seneye iyi bir takım çıkaracak" dedi Nadir Bey koca kupasından bir yudum alarak. Beliz yeni öğrendiği bir bitkinin kullanım amaçlarından bahsediyordu nefes almayarak, Simya ise yanan şöminenin çıtırtı seslerini dinliyordu. "Neler yaptınız bakalım" dedi Can suçlu bir ses tonuyla. "Güzel geçiyor mu tatil?"
Simya'nın cevap verme gibi bir gayesi yoktu. Tek kaş havada Can'a bakmakla yetindi. "İyi geçiyor ama okulu özlemedim sayılmaz" dedi Beliz. "Kesinlikle bende okulu özledim" dedi arkalarından bezgin bir ses.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BÜYÜLÜ DÜNYA (1. Kitap) (TAMAMLANDI)
Fantasy"İki yaşam çizgisinin ortasında kalan genç bir kız" Kendisini ait hissetmediği bir hayatın içinde bir yaprak gibi savuran 16 yaşında Simya'nın varoluş hikayesi. Simya açıklayamadığı şeyler yapan hayvanlarla konuşabilen, dokunmadan eşyaları hareket...