Yaprağın defterin sayfasına tamamen yapıştığına emin olduktan sonra köşeye bugünün tarihini attım. Böyle konularda biraz tuhaf bir insan olduğumu kabul etmem gerekirdi.
Belki biz buraya taşınmadan önce de yağmur yağmıştır bilemiyordum ama, New York'un bu kasabasına adımımı attığım andan itibaren sonbaharın bana gösterdiği ilk yağmur damlaları bugün, yani 6 Ekim'de düşmüştü. Benim de bu tarz unutmak istemediğim ilklerimi sakladığım gizli bir defterim vardı. Başlarda belki bu defterden babamı haberdar edebilirim diye düşünmüştüm çünkü kaydedip de unutmak istemediğim şeyler olabilirdi ve o bana bunları hatıralatabilirdi. Fakat sonra bunu yapmak istemediğimde karar kıldım.
Bu defter sadece bana özeldi ve... Sadece ben bilmeliydim.
Eve dönerken yağmurun atıştırmaya başladığını fark ettiğimde yağmurluğumun kapüşonunu başıma geçirmek istememiştim. Yağmuru severdim. Durulduğunda ortalığa nazikçe yayılan toprağın kokusunu severdim, yeryüzünde aldığım son nefesimmiş gibi o harika kokuyu içime çekmeyi severdim. İngiltere de kışın çok soğuk geçerdi ve tuhaf bir şekilde soğuk havayı sevmeme rağmen katlanılmaz bulduğum zamanlar da olurdu. Ama burada böyle bir şey hissetmemiştim.
Bahçemizdeki limon ağacından dökülen bir yaprağı alıp defterimin arasında saklayacak kadar kıymetli bulduğuma göre bir süre daha da öyle hissetmeyeceğimi biliyordum.
Odamın kapısı açık olmasına rağmen babam, birkaç kez tıklatıp elindeki çay kupasını göstererek yanıma sevecen bir şekilde oturdu. Defterim kucağımda olmasına rağmen saklamak için bir telaşa kapılmadım. Onu arkama bırakıp hafif nemli saçlarımı havlu yardımıyla kurulamaya başlarken babama gülümsedim.
"Üşümüş olmalısın."
Limonlu yeşil çayı komodinimin üzerinde duran bardak altlığının üzerine koyarken gülümsedi. Yatağımda ona ayırdığım yere oturduğunda bağdaş kurup sırtımı yatak başlığına yasladım. Havluyu boynuma asarken kazağımın kollarını avuç içlerime kadar çekmiştim.
"Sorun değil," kupayı soğuk parmaklarımın arasında kavrarken tenimle bardak arasında yaşadığım ısı alışverişinin bana bu kadar iyi hissettireceğini düşünmemiştim. "Sen de yorgun görünüyorsun baba."
"Ah," önemsizmiş gibi elini sallarken gözlüğünü burnunun üstünden biraz ittirdi. "Benim işlerimi bilirsin. Sakin bir günüm hiç olmaz."
Sevmiyor olmasına rağmen gerçekten mesleğinde başarılı bir doktor olmasının sırrının ne olduğunu çok merak ediyordum. Aaron'ın işini, çalışma koşullarını ve de onun gerektirdiği sıkı tempoyu çok sevdiğini bildiğim için haliyle mesleğinde sahip olduğu başarıyı yadırgamıyordum ama babam konusunda aynı şeyi söyleyemiyordum. Ebeveynlerim hekim oldukları için doğal olarak etrafımızda da hekim doluydu. Annem gibi işini sevenler de vardı, sevmeyip yarım yamalak yaparak bir sürü insanın hayatını kaybetmesine neden olanlar da. Ama annemin çalıştığı alan babama göre çok daha rahattı, dermatolog olmuştu. Babam ise sevmiyor oluşuna rağmen iyi bir kardiyologtu.
Poşet çayı sıvıya batırıp batırıp çıkarırken, zihnimi kemirip duran bu soruyla artık daha fazla yaşamak istemediğimi fark ettim.
"Bir şey sorabilir miyim?"
Babam gülümsedi. Burnumu küçükken hep yaptığı gibi iki parmağının arasına sıkıştırıp geri çekilirken "Sor tabi bi'tanem," dedi.
"Hiç..." genzimi temizledim. "Yani sen çok sık ameliyat yapıyorsun ve... İyi bir doktorsun. Ama hiç kaybettiğin hasta oldu mu?"
Babamın yüzündeki gülümsemenin soluşunu izlemek benim için izlemesi pek keyifli bir an olmamıştı ve buna sebep olacağımı bilsem de merakımı gidermek daha önemli gelmişti. İşini sevmeyen meslektaşlarından onu ayıran bir nokta olmalıydı ve o noktayı bilmeye ihtiyacım vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Valentine || hood
FanfictionAthena Dawson, iki doktor ebeveyninden birinin eşcinsel oluşuyla yaşadıkları ayrılığın çalkantılı sularında boğulmak üzere olan bir lise son sınıf öğrencisidir. İngiltere'deki düzenini tamamiyle bırakıp babası ve sevgilisiyle New York'a taşınır. Ha...