46. Bölüm: "Gururum ayaklar altında."

95 7 0
                                    

Duraksamıştı. Kendimi bir kez daha ayak altında hissetmiştim. Keşke hiç ağzımı açmasaydım. Hemen reddetse daha az bozulurdum. O ise garip bir tavırla bana bakıyordu. Belki de ilk defa bu kadar uzun göz göze geliyorduk.

Ne demiştim ki ben?

Yaptığım biraz garipti. Tamam. Çok garipti ama yine de böyle bir tepkiyi hak ettiğimi sanmıyordum. Sanki gözlerinin önünde hırsızlık yapmıştım, bu ne soğukluktu böyle?

Bir süre sonra şaşkın bakışlarını çekti üzerimden. Önüne döndü. Bana ilk defa bu kadar uzun bakmıştı, gözlerini kaçırmadan. Ama buna sevinememiştim. Çok donuk bakışlardı çünkü, çok ruhsuz, manasız.

"Çok özür dilerim sizden." dedi varla yok arası sesle. "Ama duygularınıza karşılık veremeyeceğim." dedi ve sustu.

Bir beton yığınının altında kalmış gibiydim. Saç diplerime kadar bitkindim.

Sessizce oturduk. Saniyeler kilitlenip, birbirinin içine geçti. Tel örgülerle çevrili bir bahçeye hapsoldum. Hislerimin anahtarını bulamadım, dikenli vadinin kapısını açamadım.

Sahi ben ona ne ara bu kadar bağlanmıştım? Adını bile bilmiyordum. Ama onun beni reddedişi bir bıçak misali kazımıştı kalbimi. "Peki neden?" deyiverdim cılız bir sesle.

"Neden? Bari bunu söylemeyi çok görmeyin bana."

Durdu. Yine şaşırmıştı belli ki. Ne diyeceğini düşünüyor gibi bir hâli vardı çehresinin. Afallamış, çaresiz, köşeye sıkışmış. Belki beni reddetmesinin elle tutulur bir açıklaması bile yoktu, sadece bana kıl olmuş da olabilirdi. Sakız misali ona yapıştığımı, rahat vermediğimi düşünmüştü belki de.

"Sizin yaşam tarzınıza, düşüncelerinize karışmak, laf atmak haddime değildir. Ama madem ısrar ediyorsunuz, yaşantılarımızın, dünyalarımızın farklı olduğunu vurgulamak zorundayım." dedi bir süre sonra.

Bu kez şaşıran bendim. Beni kabul etmeyişinin tek sebebi bu muydu yani? Dünyalarımızın farklı olduğu söylemine gelirsek, daha birbirimiz hakkında hiçbir şey bilmiyorduk, önceden nasıl böyle bir kanıya varabilirdi ki?

Düşüncelerimi lisana dökmeye karar verdim, anlık bir cesaretle.

"Bunu nereden biliyorsunuz? Birbirimizi hiç tanımıyoruz daha. Çok farklı olduğumuzdan nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?" dedim.

Yaptığım onursuzluktu.

Beni reddetmiş adama hâlâ yalvarıyordum resmen.

Eminim gelecekte bu hâlimden, bu ânımdan çok utanacaktım.

"Ben hobilerden ya da favori şeylerden bahsetmiyorum, hanımefendi." dedi pürüzsüz sesle. "Hayat tarzlarımızın birbirinden ne kadar uzak olduğunu, siz benimle ısrarla konuşmaya çalıştığınızda anladım. Görünen o ki, siz hâlâ farkında değilsiniz."

"Sizinle konuşmaya çalışmamın neresi yanlıştı?" dedim darmadağın bir halde.

"Evet, belki sizi rahatsız ettim. Ama inanın kötü bir niyetim yoktu. Bu tertemiz, saf bir aşk. Eğer öyle olmasaydı, sizin onca ilgisizliğinize karşı, ayaklarım beni buraya sürükler miydi?" Kelimeler ağzımdan çıkarken dilimi kesiyor, dudaklarımı deşip kanatıyordu sanki.

"Asıl sizin benim yüzüme dahi bakmamanız, her sözümü, teklifimi sürekli geçiştirmeniz, adınızı söylemeye, tanışmaya bile tenezzül etmemeniz, benden âdeta kaçmanız kabalık değil mi? Bu ayıp değil mi? Bu çocukça değil mi?" diye feryat ettim, inceden inceye. Sesim yükseldi, çatallaşıp boğazımı yara yara ulaştı dışarıya.

"Hanımefendi." dedi aynı ciddiyetle.

"İslam'a uygun yaşamak için daima çabalayan biriyim. Dinim İslam'ın kurallarından biri, karşı cinsle zaruret dışında muhattap olmamaktır. Nişanlı için bile geçerlidir bu, eğer dini nikah yoksa. Siz bana karşı hep naziktiniz, saygılıydınız fakat sizinle aynı yaşam tarzını paylaşmıyoruz. Bu sebeple de beni mahzur görün, siz ve ben olmaz." dedi ve sustu. Banktan kalktı.

"Kişi nasılsa, kendisi gibi birini ister. Ben benim hayat tarzıma sahip birini hayal ettim hep. Umarım sizde size uygun olanını bulursunuz. Selâmetle..." Son olarak bunları dedi belli belirsiz.

Arkasını döndü, uzaklaştı.

Bankta tek başıma kalakaldım. Apartmana girdi, demir kapıyı kapattı.

Son dedikleri kulaklarımda yankılanıyordu, inceden inceye, tizce.

Demek ki, onun bir ideali vardı, benim aksime. Şimdi fark ediyordum, benimle konuşmaya istekli olmaması, yüzüme bakmaması kabalıktan değildi, dindar olduğu içindi. Kendimi ona o kadar kaptırmış ve gönül koymuştum ki, daha önce anlayamamıştım bile.

Onun hakkında gerçekten hiçbir şey bilmiyordum. O da benim hakkımda hiçbir şey bilmiyordu ama, tahmin yürütmesi çok zor değildi sanırım. Konuştuğum ilk erkeğin kendisi olmadığını hissediyordu. Bir şeyler hissettiğim ilk erkeğin de kendisi olamayacağını biliyordu.

Gözlerimden iki damla yaş süzüldü. Huzeyfe'yi hatırladım. Onu uzun zamandır unutmuştum, bu oğlanla tanıştığımdan beri... Ama şimdi yeni aşkım farkında olmadan, bilmeden, eski aşkımı ve onunla olan kirli çamaşırlarımızı önüme dökmüştü.

Ben Huzeyfe'ye her şeyimi vermiştim, ama şimdi yanımda Huzeyfe mi vardı?

Eve gittiğimde yatağıma kapanıp saatlerce ağladım. Şimdi her şeyden tiksiniyordum, Huzeyfe'den, duygularımdan, en kötüsü de kendimden. Bu, saatlerce suyun altında dursam bile geçmeyecek bir pislikti. Derimin altına işlenmiş gibiydi, gitmezdi, gitmeyecekti.

Artık Huzeyfe'yi görmeyecek olmam bir lütuf olsa da, tek sorun Huzeyfe değildi.

Ben kendimden daha çok nefret ediyordum. Çünkü ona izin vermiştim, istemiştim. O kararsız görünüyor, benden bir adım bekliyor gibiydi.

İzin vermeseydim olmazdı, olsa bile rızam olmadığı için onu şikayet ederdim ve hayatımdan çıkarırdım. O an çok yanlış bir şey yapmış olmama rağmen, kendimi çok huzurlu hissetmiştim. İşte bu huzurdan tiksiniyordum.

Keşke ben, ben olmasaydım ve böyle bir şeyi asla yapmasaydım. Keşke o gece, o mağarada yalnız kaldığımızda, şeytanın fısıldadığı zehri, şerbet sanmasaydım...

SAHRA YANGINLARI Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin