"Biraz yemek ye." Barış, Bilge'yi bu halde bırakıp gitmemekte kararlıydı. Öyle ki kızın onu defalarca kez kovmasına rağmen yüzsüzlük etmiş, transfer görüşmesi yapması gereken boş vaktini onun yanında geçirmeye başlamıştı. Şimdi kahvaltı masasında günlerdir hiçbir şey yemeyen kızı ağzına iki lokma atması için ikna etmeye çalışıyordu.
Devran Hanım bu durumdan pek memnun değildi. Barış'a karşı da Bilge'ye karşı da önyargısı, yargıları bitmiyordu. Bu yüzden adama surat da asmış, Barış bir dediğini iki etmeyip etraflarında dört dönerken de memnuniyetsizliğini belli etmişti. Ama kovmamıştı adamı. Çünkü Bilge'nin ihtiyacı olan tek kişi olduğunu biliyordu.
"Canım istemiyor dedim ya." Bilge burnunun ucundaki çatalı bir daha ittirdi. "Kokuyo şunu çek burnumdan." Dedi yumurtayı kast ederek.
"Ye şunu yoksa ağzına tıkarım." Diye tehdit etti Barış kızı. "Ölüp gideceksin haline bak."
"Keşke!" Bağırdı Bilge. Adama olan öfkesi böyle anlarda, o sanki kızı düşünüyormuş gibi yapıp ısrarcı olduğunda ağır basıyordu. Çünkü biliyordu, Barış ile bundan sonra yan yana durmak deveye hendek atlatmaktı.
"Bilge..." barış endişe ve hayretle ayaklandı. Kızın oturduğu sandalyenin önünde diz çöktü. Beni endişelendiriyorsun Bilge.
"Endişelendiriyor muyum?" Alayla güldü. Ellerini Barış'ın elinden kurtardı. "Geberip gitmemle niye ilgileniyorsun Barış? Sanane? Senin hayatında olsam ne olmasam ne?"
"Özür dilerim, pişmanım, sen iste köpeğin olurum. 100 kere dedim bir 100 kere daha söylerim."
"İstersen bin kere söyle!" Bilge ayağa kalktı. Odasına doğru yürüdü. "Hiçbir şeyi değiştirmez."
Günün geri kalanını yine tek lokma ağzına atmadan odasında geçirdi. Barış, saat başı kapısına gidip açması ve bir şeyler yemesi için yalvarsa da inat etti kız. Akşama doğru, Devran Hanım "Misafirimiz var, çık bakalım artık." Diye ona seslenince döndürdü anahtarı.
Misafirleri Hüseyin Bey'in yıllar evvel, Anksara Hukuk'ta okurken edindiği arkadaşı, bir dönem sevgilisi, şimdilerde İstanbul Barosuna bağlı ünlü bir avukat Gülten Hanım'dı. Meslektaşı ve aynı zamanda oğlu olan Ahmet ile haberi maalesef ki geç almışlar ve cenazeye yetişememişlerdi. Ama şimdi buradalardı. Devran Hanım'ın evinin salonunda kadının ikram ettiği çay ve bir hafta olmasına rağmen hala her gün kavurduğu ölü helvası önlerinde öylece oturuyorlardı.
"Gel," Barış koltukta yer açıp Bilge'nin oturması için işaret etti. Bilge istemeye istemeye, başka yer olmadığından oturdu yanına.
"Bu kadar geç geldiğimiz için çok özür dileriz." Diye söze başladı Gülten Hanım. Bakımlı, güzel ve kibar kadındı. Bakışlarında müthiş bir sevecenlik vardı, özellikle Bilge'ye karşı. Ama bir yandan son derece düzgün diksiyonu ve konuşurken tek çizgi haline gelen dudakları onun bu sevecen ifadesine bir mesafe katıyordu. "Hüseyin benim eski arkadaşımdır. Görüşmeyeli çeyrek asır oldu ancak yeri bende de rahmetli eşimde de çok ayrıydı. Çok erdemli, çok güvemilir bir adamdı. Işıklar içinde uyusun." Kadın konuşurken Devran Hanım'dan ziyade Bilge'ye bakıyordu. Onun babasına olan benzerliği Gülten Hanım'ı hem etkiliyor hem de içindeki özlemi pekiştiriyordu.
"Sağ olun," dedi Devran Hanım. Aslında karşısındaki aileye karşı daha nezaketli olması gerekiyordu belki ama daha baska ne denilirdi bilmiyordu.
Ortamda bir süre rahatsız edici bir sessizlik oldu. Ta ki Gülten Hanım'ın oğlu Ahmet, Bilge'ye "İstanbul Hukuktaymışsın." Diye seslenene kadar. Barış onun direkt olarak Bilge ile konuşmasına gerildi. Yerinde huzursuzca kıpırdandı.