Bin yıl geçmemişti muhakkak. Ama akrep yelkovanı hızla kovalayıp hayatın olağan akışında Dünya, Güneş'in etrafında epey bir dönmüştü. Uzun zamandır tanınan yüzler, yerini yenilerine ve daha önce unutulmaya yüz tutmuş eski suretlere bırakarak değiştirmişti Barış'ın hayatını. Hayallerinin ve hedeflerinin birbir gerçekleşmesi 4 seneye tekabül ediyordu. Dolu dolu geçirilmiş, çoğu zaman ağız dolusu gülmüş, hayatından daima memnun olmuş dört koca sene.
Yaşı artık 29'u bulmuşken ailesinin yanına dönmek, memleket özlemi ve Galatasaray'ın ona olan ihtiyacı adamı tekrar getirmişti buralara. Güzel bir karşılama, takımda unutulmuş kırgınlıklar, aynı dönemde oynadığı 2 arkadaşıyla tekrar buluşmak... Her şey olumluydu bu sıralarda hayatında.
Ve elbette sevgilisine yakın olmak.
İngiltere'deki 7.ayı olmalıydı, hala acı içinde kıvranırken ünlü bir markanın lansmanında özel davetli olarak boy gösteren Ahu ile karşılaştıklarında. Tüm akşam birbirlerine yaklaşmaya cesaret edemeden uzaktan bakışmışlar, ikisi de merak içinde saatlerini geçirmişti.
Sonra Ahu, elindeki içkiyi köşeye koyup bakışlarıyla Barış'a onu takip etmesini işaret ettiğinde kendilerini plazanın tenha terasındaki şezlonglarda bulmuşlardı.
"Seviyordun onu değil mi?" Diye sordu Ahu. Barış kafasını salladı.
"Çok aeviyordum. Düsündükçe aklımı yitiriyorum."
Ahu kafa salladı. O da Barış'ı seviyordu. Parmaklarını adamın alın çizgisinde gezdirdi. Gözaltlarına, yanaklarına, keskin çene hatlarına dokundu. Ondan ayrıldığı günü hatırlıyordu. Deli gibi adamın itiraz etmesini, ona geri dönmesini beklemişti. Ama adam bir kere bile bakmamıştı arkasına. Soluğu Bilge'nin yanında almış ve Ahu'nun ortak arkadaşlarından öğrendiği kadarıyla uzunca bir süre ilişkileri devam etmişti.
"Bana çok kızdın mı?" Diye sordu Barış. "Sana yaptığım çok adiceydi. Ne hissedeceğini düşünmedim. Çok bencilce davrandım."
"Sevmiyordun beni Barış. Napalım? Zorla yanımda duramazdın ki." Ahu iç çekti. "Senin için yeterli olmadığımı zaten biliyordum."
Barış dirseklerinin üzerinde doğrulup yan döndü. Loş ışıkta kadının güzel yüzüne baktı. Kusursuzdu. Kalemle çizilmiş gibiydi. Tek bir nokta yoktu parlak cildinde.
"Sen hayatımda çıplak gözle gördüğüm en güzel kadınsın." Ahu'nun gönlünü hoş etmek için söylemiyordu. Gerçekten böyle düşündüğünden söylüyordu. "Ben kör olmuştum sadece."
"Yalancı!" Ahu şakasına vurdu omzuna.
"Ciddiyim." Barış, çok uzun zaman sonra uzandı kıza. Elini yanağina attı. Kendisine bakmasını sağladı. Zihninde Bilge'nin ne kadar izi varsa silmek, ondan kurtulmak istiyordu. Hiç tahammülü kalmamıştı artık bu acıya. "Özür dilerim Ahu. Beni affedebilir misin?"
"Ben sana hiç kızmadım Barış. Sen hissettiklerine aşkına sahip çıktın. Bilg..."
Barış'ın bu adı duymaya tahammülı yoktu. Başparmağını kızın dudaklarına bastırdı, susturdu. "Tek önemli olan affetmen. Başka bir şey konuşmak istemiyorum."
Ahu kafa salladı. Güzel bir gülümseme verdi ona. Barış eğildi, alnına bir öpücük bıraktı. Bundan sonrasında ne yapacağına karar vermiş bulunuyordu.
İlk başlarda Bilge'yi hiç unutamayacağını düşünmüştü. Bu acının hiç azalmayacağını, hayatının geri kalanının onun için bir ızdırap olarak geçeceğini. Umutsuzluğu, bıkmışlığı, tükenmişliği etrafındaki herkesi korkutuyordu. Yanında olmak isteyenlere izin de vermiyordu. Tek yaptığı çalışmak ve etrafındaki herkesten uzaklaşmaktı. Kimsenin Barış'tan bir beklentisi, umudu kalmamıştı.
Sonra Ahu tekrar girdi hayatına. Kendi geçtiği süreçlerden geçen Barış'ı görmek onda adama karşı gerçek bir merhamet uyandırdı. Gurursuzluk yaptı. Barış, Bilge için acı çekerken adamın yanında oldu. İyileşmesi için, kendini iyi hissetmesi için elinden geleni yaptı. Tekrar ilişkiye başlamak gibi bir niyeti yoktu. Aylar böyle gecti. İki arkadaş gibi. Sonra... Sonra bir daha Bilge'nin adı anılmaz oldu. Barış'ın aklına gelmez oldu. Es kaza biri ona hatırlatmadığı sürece iyiydi.
Bilge'yi unutmadı belki ama hatırlamıyordu da. Ahu ile Türkiye'ye tatile geldikleri bir gün, İstanbul'daki eski evini boşaltmak istedi. Satacaktı evi. Birkaç şahsi eşyası vardı. Onları atmak gerekiyordu. En son Bilge ile ayrılmadan önceki gün girmişti eve. Her şey olduğu gibi duruyordu. Bu yüzden kızın kalbi kırılmasın diye bu işi kendi başına halletmeye karar verdi.
Elinde büyük siyah bir çöp poşetiyle yatak odasına yöneldi. Kendi eşyalarını görevliler toplayacaktı. Dolabın Bilge'ye ait rafına geldi. Bir heves aldıkları gecelikler, iç çamaşırları, kıyafetler... Daha bir çok sey. Hızlıca tepti poşetin içine. Banyoya girdi. Kıza ait diger eşyalar da buradaydı. Onları da aynı şekilde attı çöpün içine. Salondaki kitaplık kalmıştı. Çoğunun parasını Barış'ın ödediği tuğla gibi hukuk kitapları, Bilge'nin zamanla kendi evinden taşıdığı romanlar... Çok ağırdı, uğraşmak istemedi. Sadece Bilge'nin ona ikinci karşılaşmalarında hediye ettiği kitapları toplamak istedi. Swann'ların tarafını gördü. Bilge'nin okuması için binbir ısrar kıyameti sonucunda Barış'ın bitirme başarısını gösterdiği o kitap.
3 sene geçmesine rağmen öylesine netti ki detaylar. Başarılı, itibarlı ve gururlu Swann'ın, kendisini kullanan, aldatan ve sevgisini hoyratça harcayan Odette karşısında nasıl alçaldığını hatırladı. Okurken dahi küplere binerek bu gurursuzluğun bir izahı olmadığını düşünmüştü. Swann, istediğini elde etmekte mi direterek hayatını mahvetmişti yoksa Odette'in kendisini istememesinden mi etkilenmişti? Sağlıklı bir zihin için ikisi de yanlış değil miydi? Odette ona ne kadar haz verecek olursa olsun böylesine bir hayat bir kadın için mahvedilir miydi? Daha kötüsü, Swann tüm Odette'in tüm bu zalimliklerine kopamayacak kadar bağlanmış mıydı?
Hiçbir önemi yoktu. Kitabın kapağını parçalayarak attı siyah poşete. O kendi hikayesinin Swann'ı olmamıştı. Çünkü onun Odette'i Swann'ınki kadar zalim değildi ve Barış'ı hayatından çıkarmayı başarmıştı.
****
Neyse bu 500 olsun bari