yirmi

3.4K 377 157
                                    

  Bilge'nin öğrenci evindeki yalnızlığının dördüncü gününde hala Barış ile aralarında geçen konuşmayı geçirmediği bir saniye bile yoktu. Devamlı kafasının içinde adamın onu reddedişi dönüyor, nerede yanlış yaptığını neden yetersiz olduğunu düşünüyordu. Yetersiz... Bu kelime onun şimdiki hissiyatlarını en iyi şekilde ifade ediyordu. Barış için kim yeterliydi bilmiyordu. Ahu da dahil adamın muhteşemliğinin yanına kimsenin yetişemeyeceğini düşünüyordu.

  Tatlı mizacı, hep gülen yüzü, sert erkek tavırları, sanki kalemle çizilmiş gibi yüzü... Kim nasıl yetebilirdi ki adama? Yetebilecek birisi varsa da şu an aynada gördüğü o kadın olmadığından emindi. 

  Kendi fiziksel görünüşü ile ilgili özgüvensizliklerinin ceremesini lisede yeteri kadar çektiğinden üniversiteye başladığında kendine bir söz vermişti. Ne olursa olsun bu konu hakkında düşünmeyecek, kendine kötü hissettirmeyecek, kimse ile kendini kıyaslamayacaktı. Yani kendine bu kötülüğü yapmayacaktı. Yapamazdı. Düzelmek için bu kadar çaba harcadıktan sonra olacak iş değildi.

  Ama işte şimdi yine ayna karşısında, yüzünün ne kadar asimetrik olduğunu, göz kapaklarının düşüklüğünü, alnındaki kırışıklığı, kendisine büyük gelen numaralı gözlüğüne bakıyor ve lisede ne hissediyorsa bin beterini hissediyordu.

 Bir de lansman vardı. Dün geceki lansman. Barış'ın herkese meydan okurcasına Ahu ile katıldığı ve masallardan fırlamış gibi görüntüler verdiği lansman. Çok eğlenmiş olmalıydı adam, hiçbir keyifsizlik yoktu yüzünde. Ahu'nun yanından da bir an olsun ayrılmamış, elini bırakmamıştı. Adamın suratında değer verdiği bir insanı kaybettiğine dair tek bir işaret bile yoktu. Her zamanki gibiydi. Bilge'yi de en çok bu yaraladı, üzdü. İnsan birazcık olsun üzülmez miydi? Hani 2 gün görmeyince özlüyordu? Çok değer veriyordu? Ne olursa olsun, birazcık bile mi etki etmemişti o konuşması Barış'a? Diyelim ki etmemişti, Bilge bunu bile bile hayatına nasıl devam edecekti?

  Hayatında ilk kez bu kadar canının yandığını hissediyordu. İçinde olduğu bir masaldan soğuk bir suyla uyandırılmış gibiydi. Veya masalın başkahramanı artık bir karabasandı. Sürekli Bilge'nin zihninde dolanan ve kızın sağlıklı düşünmesine engel olan bir karabasan... Barış ile ilgili her şey böyle hissettiriyordu artık. Onun mutluluğunu, gamsızlığını, yolunda giden hayatını, sevgilisiyle paylaştıklarını görmek... Felaketti. Karnındaki bıçak hala dönüyordu. Söküp atması, pansuman yapması gerekiyordu ama bıçağa kıyamıyordu sanki.

  Birinci haftanın sonunda Sinem, İzmir'den döndüğünde çok sevindi. Çünkü biraz daha yalnız kalırsa hem okulu iyice boşlayacak hem de depresyonu minörden majore dönecekti.

"Neyin var senin?" diye sordu Sinem ona. Bilge, bu soruyla baktı bir zamanlar arasından su sızmayan kızın yüzüne. Hiç bahsetmemişti ona. Hiç anlatmamıştı başına gelenleri.

"Anlatırsam bana çok kızacaksın daha önce söylemediğim için."

"Kızmayacağım, anlat." dedi Simge. Mutfağa geçtiler. Simge orta şekerli bir türk kahvesi yaptı, kendi sigara paketini çıkardı. İçinden iki tane çekip birini Bilge'ye uzattı.

   Arkadaşı konuşurken alçak tepkiler vermeye kendini şartlasa da Barış Alper Yılmaz adının geçtiği anda "Yuh!" diye bağırmaktan kendini alamamıştı. Bilge ona her şeyi anlattı. En başından, sakince, hiçbir detayı atlamadan ve her seferinde kimseye söylemeyeceğine dair sözler alarak. Mevzuu Aslan'a geldiğinde Sinem sigarasını hırsla söndürdü. Barış Alper'in geçenlerde bir kavgaya karıştığını duymuştu ama haberi açıp okumadığından kolunu kırdığı herifin arkadaşının eski sevgilisi Aslan olduğundan haberi yoktu. 

false god // barış alper yılmazHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin