"Günaydın Deniz Hanım!"
Danışmadaki çocuk her ne kadar iyi niyetle yanaşsa da Deniz bu sahte kibarlık ve ilginin ardında nasıl hırçın bir ezikliğin yattığını biliyordu. Kimse, hastaneye girip çıkan herkese, her seferinde güleryüz gösterecek kadar iyi olamazdı. O da değildi zaten. Kazanmak zorunda olduğu paranın bedeli, gülücükler ve "Üst katta sağdan ikinci oda, geçmiş olsun efendim, radyoloji zemin katta..." minvalinde rehberlik etmekti. Öyle bir sahtelikti bu neredeyse hastalara "Tekrar bekleriz." diyecekti.
"Günaydın."
Adını bilmiyordu. Çünkü ihtiyaç duymuyordu. İhtiyaç duymadığı her şey ve herkes bir adım gerideydi Deniz'in hayatında. Gereksizliklere yer yoktu.
Duygu dünyası da böyleydi. Nefret, sevgi, kin, acı, heyecan... Tüm bunlar ancak onu daha iyiye ya da hedefine götürecekse kabul görürdü. Onun düz dünyasında, pütürlü heveslere yer yoktu.
Asansörden çıktıktan sonra odasına döndü. Üç yıldır çalıştığı ve yaşadığı ilçenin en büyük özel hastanesi olan bu yerden sıkılmaya başlamıştı bile. Fakat bu sıkılganlık onu kaçmaya meyletmek yerine olduğu yere daha çok çöreklenmesine neden oluyordu. Zira Deniz alışkanlıklarıyla var olan bir türdü, ne kadar statik o kadar iyiydi.
Kapısını açıp girdiği odası, hafızasında sadece bir gündür yer eden parfüm kokusuna ev sahipliği yapmaktaydı. Koku hassas bir duyuydu. Fakat insanlar arasında çok da hayatî bir mertebede konumlandırılmamıştı. Körler engelli sayılırdı mesela, ya da sağırlara acınırdı. Koklama ile ilgili fizyolojik sorunlar yaşayanlar ise sadece KBB'cilerin derdiydi. Kimse, koku alamadığı için bir insana yardımcı olmazdı yani. Beş duyumuz vardı ama insan evlatları her alanda olduğu gibi bunda da üvey evlatlık müessesesini itinayla doldurmuştu. Koku alamamak, dezavantajdan bile sayılmıyordu.
"Günaydın Deniz Hanım."
Ve yine aynı çocuksu ses... Değiştirmek için tokmakla üzerine vurup vurup tavını almalıydı.
"Parfümünün adı ne?"
Çantasını tekerlekli koltuğa atıp siyah kabanını çıkardı. Arkasındaki kızın gülümsediğinden emindi.
"Açıkçası, pahalı bir marka değil. Black Opium."
Deniz gözlerini devirip yerine geçerken konuşmayı ihmal etmedi. Zavallıcağız marka önerisinde bulunulması istendiğini düşünmüş olmalıydı. Hey gidi!
"Black Opium'unun odamızı ele geçirmesine izin verme o zaman Ceren. Bugün kaç hasta var?"
Ceren olduğu yerde donup kalmıştı. Yüzündeki gülümseme, yerini düz bir çizgiye bırakırken yapabildiği tek şey Deniz'e bakmak olmuştu.
"Öğleden önce 22 tane."
Yerine kurulduktan sonra, az önce önlerinden geçtiği ve odanın önünde minik çaplı bir kalabalık oluşturan hastalardan ilkinin ismine tıkladı. Daha önce de gelen gebelerden biriydi.
"Sırayla al ve içeri hasta yakınlarını sokma. Sadece varsa eşleri. Hasta girdikten sonra muayene koltuğundaki pedi yenile. Sonra perdeyi kapat ve çık."
Ceren hâlâ yerinden kıpırdamadığı için Deniz'in onu bir süre incelemesi için fırsat doğmuştu. Kızın minyon bedeni tek kelimeyle çekiciydi. Dün giydiğine benzeyen fakat bu defa beyaz ve lacivert çizgilerle dokunmuş triko bir elbise vardı üzerinde. Lacivert çorabı, ince bacaklarını sarmış ve dokunma hissi uyandıracak kadar kadife bir his yaratmıştı. Ayaklarında ise dünkünden daha kısa, sadece bileklerini örten beyaz bir çizme vardı. Tabii ki yine kafası kadar topukla. Kısa boylu kadınların uzama çabasını anlayamıyordu. Dışarıdaki herkes topuklar gittiğinde yerle olan ilişkilerinin sıfır mesafeye ineceğini bildiği halde onlar nasıl oluyor da deveyle aşık atıyorlardı ki! Hem neysen oydun, daha uzun olunca daha mutlu olan insan arasan da yok gibiydi.