Bölüm 11

251 45 80
                                    


  Ölüm yaklaştıkça odadaki sessizlik artıyor. Nefesinden başka bir şey duyulmuyordu. Artık buradan çıkacaklarına umudu kalmamıştı. Soğuk duvarlar dizi üstünde yere çökmüş Cemal'in kafasını önüne eğerek sallayışından büyüyor, büyüyor üstüne üstüne geliyordu. Az önce yan odada konuşan  askerlerin sohbetini duymuş, ölümün yaklaşan kokusunu almıştı.  Kadı'nın onlara ölüm cezası keseceğini söylüyorlardı. Ölümün şeklini belirlememişlerdi. Yarın, ya da sabahısı gün  her şey belli olacaktı. Ne yapacağını bilmeyen Cemal,  duyduklarını Anna'ya söylemek istese de vazgeçti. Kendisi  içindeki   korkuya engel olamıyorken  Anna hiç dayanamazdı. Söylememesi daha iyiydi. Kaç gündür ona ettiği vaazların bir söz yığınından ibaret olduğunu düşündü.  Nasıl da inanarak söylemişti oysa.  Can mı tatlı gelmişti, yaşamak mı? Yoksa ölümün şekli şemaliydi onu korkutan. Belki de ölüm korkusu değildi,  dünyadan alacakları vardı, kopmak istemiyordu.   Belki  yaşayamadığı çocukluğu, gencliği idi onu bu dünyaya bağlayan şey.  Düşünüyor, düşünüyordu. Sürekli gözünün önünde farklı farklı ölüm sahnelerini beliriyordu. Kah boğazlarına ip geçiriyor, kah kurşuna diziyor, kah da kafalarını kesiyorlardı.  Ölüm her şekli ile aynı acıyı veriyordu.   Yüzü bembeyaz kesilmiş, kanı çekilmişti. Soğuk soğuk ter boşalıyordu sırtından. Gömleği bedenine  yapışmıştı. Elleri, parmakları buz kesmişti.  Ne oluyordu. Bu kadar mı korkuyordu ölmekten. "Ha ha ha ha ha" diye güldü acı acı. Anna  kendi kendine gülen Cemal'e baktı:

"Ne oldu, ne gülüyorsun, bir şey mi hatırladın?" dedi.

"Bir şey yok, öylesine"diye cevap verdi ve   kendini toparlamaya çalıştı. Cevap vermekten kaçınmak için ona taraf bakmaktan kaçındı, gözlerini kapadı.

 Sabahtan beri tek kelime bile etmemişti. Orada değildi sanki. Ruhu canından çıkmış gibi hissediyordu. İçi boşalmış, bedeni ağırlaşmıştı. Eskiler, yeniler;  son günlerde yaşadıkları film şeridi gibi, ama karmakarışık şekilde geçiyordu gözünden. Hadiseleri birbirinden ayrıştırıp, yalnız mutlu olduğu günleri hatırlamak istedi. Hatırlayamadı.  O günler olmamış, yaşanmamış gibi tek bir kare bile gözünün önüne getiremedi. Yalnız bir görüntü vardı:

Bahçelerindeki yaşlı erik ağacına kurulmuş salıncakta sallıyordu onu birileri. Korkuyordu, çok korkuyordu,  onu sallayanlar "daha yüksek, daha yüksek" diyen sesi dinliyor, daha fazla ittiriyordu salıncağı. Ağlıyordu Cemal; "dur, dur, durdurun" diye. Aniden salıncak koptu o, ağzı üste yere kapaklandı. Dizleri, ellerinin içi sıyrık sıyrık olmuştu. Çok acımıştı. Acımaktan ziyade çok korkmuştu, çok ağlamıştı.  Öleceğinden korkmuştu o gün de. Tıpkı bu gün gibi. O gün yaşadığı korkunun aynısını yaşıyor gibiydi. Ansızın kafasını salladı, bir daha, bir daha salladı, bir sağa bir sola, hızlı hızlı salladı bu kez  bir şeyleri silkip çıkarmak istiyormuş gibi beyninden. Kendine gelir gibi oldu.

 "Evet, bu gün de "dedi içinden "bu günde öyle olacak, sadece düşeceğim, ama ölmeyeceğim, kurtulacağım." İnandırdı kendisini yine de. Başını duvara yasladı, gözlerini yumdu. Uyumak istedi, bir şey olmamış, duymamış gibi. Hatıraları yine  bir girdap gibi sardı kafasının içini.

"Annesi elinden tutmuştu, bir kalabalığın arasındaydı, babasını arıyorlardı. İki gündü yoktu ortalarda. Son zamanlarda bazı geceler eve gelmiyordu. Meydan'da kalıyorlardı arkadaşlarıyla.  Yalnız sabahları gelir, üstünü değişip geri giderdi. Annesi bu kez  hergünkünden fazla endişelenmişti. Gece olanlar yüzünden herhalde.  Ansızın televizyon kararmıştı, sonra şehrin ışıkları sönmüştü. Önce kurşun sesleri gelmişti, sonra patırtılar, gürültüler, bağırtılar.  Daha sonra sesler kesilmişti aniden. Bazı pencerelerin şişeleri kırılmıştı, çatırtıyla.  Sabaha kadar uyumamışlardı o gece, arada sırada kurşun sesleri duyulmuştu. Gün ağardığında  komşuların evinden ağıt sesleri yükselmişti, herkes sokağa koşmuştu. Kırmızı karanfiller dökmüşlerdi sokaklara, akan kanlar taptanmasın, üşümesin ruhları şehitlerin diye. Şehit kelimesini ilk kez duymuştu o gün. Belki de duymuştu da  anlayamamıştı şimdiye kadar manasını. Tanklarının önüne silahsız çıkmakmış, korkmamakmış, toprağını korumakmış, en önemlisi azatlık-özgürlük, hürrüyet için ölmekmiş. Bir hiss yeşermşti içinde daha önce duymadığı bir hiss.  Sonra sokak sokak gezmişlerdi, kalabalıkların arasına bakmışlardı. Yollarda ezilen arabalar, yanan otobüsler görmüştü. Otobüste ölen kız çocuğundan bahsetmişlerdi. Onun yaşlarındaymış, taranmıştı, babasının gözü önünde kalbine saplanmıştı kurşun. Bir de silahlı askerlerle karşılaşmıştı her yerde.  Ama onlar, hergün yaşadıkları binanın alt katındaki marketten  ekmek alan o sarışın, güleryüzlü, gökgözlü  askerlere benzemiyorlardı. Bakışları çok sertti, kızmış  gibi bakıyorlardı. Gidenlere bağırıyorlardı. Hatta biri karşılık vermişti  "(na şto tı kriçiş?) ne bağırıyorunuz?" diye. Kalaşnikof'la kurşun sıkmıştı bir asker o adama. Donup kalmıştı yerinde Cemal, filimlerdeki Alman askerlerine benzetmişti. 

"Hani Almanlardı silahsız insanlara kurşun sıkan?" diye sormuştu annesine. Annesi cevaplmıştı "oğlum onlar da faşistti, bunlar da faşist, hiçbir farkları yok, Allah hepsinin belasını versin." 

'Bela neydi, nasıl verilirdi? Ölecekler onlar da her halde, ya da onları da böyle silahsızken birileri öldüreceklerdi. Yok yok onları değil, annelerini, çocuklarını, belki de babalarını. Bela öyle olur. Komşu kadın ağlarken duymuştu. 'Allah'ım bu ne beladır verdin bize' diyordu. Oğlunu kurşunlamışlardı. Ama onun hiç suçu yoktu, kimseyi öldürmemişti.' Off çekmişti içinden. Bela suçsuzlara gelirse, annesinin bedduası kimeydi. Geri dönüp askere bakmıştı, bir şey anlayamamıştı.  Yine  annesi sürüklemişti ardısıra.

"Sakın, arkana bakma çabuk ol!" diye uyarmıştı onu.

Bir kalabalığa karışmışlardı daha sonra.  Hastaneydi galiba. Kokusu tanıdıktı. Hiç sevmemişti bu kokuyu.  Karanlık koridorlarda onlar gibi insan çoktu;  kimi babasını, kimi kardeşini, abisini arıyordu. Hastanenin odalarına zorla giriyordu bazıları. Elleri, kolları, kafası sarılı yaralıların odalarına dalıyor, bakıp bakıp çıkıyorlardı. Annesi konuşmuyordu, ama yürüyordu, Cemal'in elinden sıkı sıkı kavramış arkasınca oradan oraya sürüklyordu. Birileriyle konuştuktan sonra annesi onu hastanenin bodrum katına indirmişti, çok soğuktu orası,  çok üşümüştü. Kapıda büyük harflerle "MORG" yazıyordu.  Koridorda bir köşeye oturtup;

"şimdi ben buraya, bu odaya  gireceğim. Merak etme tamam mı? Az sonra çıkacağım. Sen burada beni bekle, dua et, dua et ki baban orada olmasın" dedi. Anlamamıştı, hiç anlamamıştı babalarını aradıkları halde, neden dua et, baban orada olmasın dediğini. Fakat yine annesinin söylediği gibi yapmıştı. Çünkü görmüştü oraya girenlerin çıkarken nasıl ağladıklarını. Kimisi bayılıyor, kimsi "hayır o değil, o değil, o olamaz" diye saçlarını yoluyordu. Kimisi "baba" kimisi "kardeşim" diye ağlıyordu. Birbirine sarılıp ağlamıyorlardı ama. Nedense ayrı ayrı köşelere çökmüş, öyle ağlıyorlardı. Sanki utanıyorlardı birbirlerinden, sanki suçlulardı. Annesi oradan, o  odanın kapısından çıktığı an buzdan bir heykele benziyordu, o da üşümüştü. Ayağa kalktı Cemal, annesinin elini tuttu. Çok soğuktu elleri, ama terliydi, su içindeydi. Annesi konuştu birsüre sonra.

"Hadi gidelim, çok şükür  baban burada yok" dedi. İlk kez sevinmişti babasını ararken bulamadıklarına. Daha sonra başka bir hastanenin reanimasyon katında bulmuşlardı onu. Konuşamıyordu, kaç gün konuşmayacaktı. "Belki kendine gelir" demişti doktor. "Belki" demişti.' Çocuğu buralara taşıma' demişti sonra 'gördükleri, duydukları yeter ona. Daha fazlasını kaldıramaz. Akrabalarının yanına falan bırak' diye tavsiye bile etmişti. O günden sonra  babaannesini çağırmışlardı köyden. Tankların şehrin kapılarına dayanmasına rağmen gelmşti . Zaten kaç gündür oğlunu sorup duruyormuş.

 "Yaralı arkadaşlarının başındadır" diye oyalamışdı  annesi babaannesini. 

"Geleceğim, beni de vursunlar. Ölenlerden fazla değilim," ardından "nerede o makam bana kismet ola" demişti. Sonra "oğlumu göreyim, o bana yeter, sonra ister kurşunlasınlar beni göğsümden" demişti.

 "Tamam anne gel, ama geç kalma, Olağanüstü Hal var, Komendant  Saati var geceye kalma gözünün yaşına bakmazlar. "Tankların  yanından geçerken,  bir şey söyleme" demişti. Babaannem sabah öğlen namazına yetişmişti. Ağlaşmışlardı annemle sarılarak,

 "oğlun hastanede, merak etme iyi.  Herkesi kurşunladılar-yaşlıyı, genci ayırmadan, çocuğa acımadan, kadınlara üzülmeden - herkesi kurşunladılar anne." demişti ardından çok ağlamışlardı onu kucaklayarak. 

Doktor Cemal bir sevda hikayesi(TAMAMLANDI)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin