Bölüm 29

158 24 43
                                    



"Hüzün, içinde taşıdığın o buruk hiss. İçini öyle kaplar, öyle kaplar ki diğer duygularını bastırır, burukluğuyla oturur kalbinin en güzel köşesine. Önce kalbini kiralar, sonra satın alır. Hizmetlisi yapar diğer duyguları. İstediği zaman hoşnut kalır yaptıklarından, istediği zaman kalmaz. Mutluluğunu, sevincini bastırır, kederini abartır. Seninle her yere gider, taşımaya mecbur kalırsın. Bırakmak istersin, bırakamazsın, kovmak istersin 'geç kaldın'der. 'Geç kaldın, satın aldım kalbini' der.  'Gölgemde yaşamaya mecbursun der.'

İşte Cemal'in kalbinin bir sahibi vardı. Adı hüzün olan, her yere götürmek zorunda kaldığı, bazen kaçıp kurtulamayacağını sandığı burukluğu. Gözleri gülüyordu, seviniyordu, gururlanıyordu, ama yarım, hüznünün izin verdiği kadarıyla. Bazen öyle bastırırdı ki hiçbir duygu ona engel olamıyordu.

Babasının bardakları getirmek için eve gitmesinden faydalanarak, kendisini dışarı attı. Geldiğinden bu yana çocukluğunun çoğunluğunu geçirdiği köyü gezememişti. Garip bir özlemle sokağa çıktı.  İki kanatlı çelik kapının önünde durdu biraz. Karşısında duran üç yol ayrıcına baktı. Nereye gideceğine karar veremedi. Çocukluğunu hatırladı. Babaannesiyle  arşınladığı yolları. En çok şu yolla giderlerdi. Sabahları hayvanları sürüye  katmak için şu yolu tercih ederlerdi.  Aynı yolu bir daha yürüdü. Sanki o zamanki küçük Cemal'in adımlarıyla yürüyordu.

 Evleri   köyün mekrezindeydi,  yani köyün en güzel ve en görkemli yerinde. Suyun bol bol aktığı yer köyün en güzel yeri sayılırdı haliyle. Köy demek; ağaç, bahçe, bağ demek. Köy  demek; su demek. Hele hele böyle sıcak bir yerde yaşıyorsan.  Aran'ın en sıcak ilindeyse köyün,  su hazinedir. Geri baktı, bahçelerine, duvarlardan taşan ağaç budaklarına.  Büyük dev bir bahçenin ortasındaki evin çatısına. 'Buradayım' diyordu adeta babannesi. Tek tek kocasıyla dikmişti o ağaçları. Köyün en kurak yerinde olan evlerini elleriyle söküp, komşudan  ödünç aldıkları at arabasıyla, suyun bol olduğu şu yere, karı koca elleriyle taşımışlardı, eski evin taşını tahtasını.  

"Su üstünde komşularla didişmektense, evimi suyun yanına taşırım daha iyi" demişti dedesi şakasına. Karısı ciddiye almış. 

"Hadı, ne duruyorsun, sökelim taşıyalım." demişti. Cesaretlendirmişti onu ve başarmışlardı.   Babannesi başkaydı, her karşılaştığı kişi; "sen filankesin torunu değil misin? Allah rahmet eylesin, bize çok iyiliği geçti. Bana bunu  yaptı, bana şunu yaptı. O parayı vermeseydi, başıma ne gelirdi kim bilir. Falan, filan. Öyle insanların yurdunun ocağı söndürülmez,  evini yalnız bırakmayın yurdunu, öcağını tüttürün   babanızın. Gelin, gedin" derlerdi.

 Annesi;

"şu köyün insanları da yurt yurt deyip tutturmuşlar, ne olacak sanki  boş kalırsa" ya da "satalım" derdi "gidip gelemiyoruz, ne var boş boş duruyor." derdi. Babası her defasında kesinlikle reddederdi,  hatta yasaklamıştı o konuyu "ben ne kadar yaşıyorsam satılamayacak burası, oğluma da vasiyetimdir." diyordu.

 "Sen neden böylesin, biliyorum" derdi.

 "Dur bir düşün; bu dünya üzerinde sana ait bir küçücük toprak parçası olduğunu bilmek ne kadar mutlulukverici bir duygudur. Senin olan bir parça toprak, bu güzel bir şey bence. Hiç düşündünüz mü, neden insanlar yaşlandıkça şehirlere sığamıyorlar, kaçmak istiyorlar? Şehirde insanlar mutlu olamıyorlar, çünkü ayaklarını basacak, kendilerine ait bir toprak parçası arıyorlar da ondan". Cemal yürüyordu babaannesiyle gezdiği sokakta.  Hayvanları sürüye  kattığı yere kadar gelmişti, yine aynı saatlerdi. Yine aynı insanlara benzeyen kadınlar, erkekler ellerinde çalılarla haylayarak hayvanlarını getirmişlerdi.  Yüzlerine bakınca tanıdı hepsini. 

Doktor Cemal bir sevda hikayesi(TAMAMLANDI)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin