Ailem en sonunda yurt dışına çıkmama izin vermişti. Babam anneme güveniyordu. Annem ise Olivia'ya, bu durumda zincirleme bir güven oluşuyordu herhalde. Çünkü ben de Olivia'ya güveniyordum.
"Bay Hopkins..." dedi babam çatalını tabağına bırakarak. "Peter'ın yüzü tam olarak nasıl öyle oldu?"
Bir bilim deneyinde yanlış maddeleri karıştırmam sonucu böyle olduğunu söylemiştim onlara, ancak Hopkins başka bir yalan uydurabilirdi. Bu yüzden onun cevabından önce atlayıp "Ayrıntıya gerek yok." dedim. "Maddelerin adını ikimiz de hatıralayamıyoruz zaten, değil mi Bay Hopkins? X ile Y'yi karıştırmam gereken yerde X ile X'i karıştırdım. Sonucunda ise... Bum!"
Hopkins gülerek "Evet o biraz kötü bir tecrübeydi." dedi ve yalanıma eşlik etti. "Ama Peter gerçekten de bilime ilgili biri. Bana kalsa yılın öğrencisi ilan ederdim."
Sonraki sohbetlerimizde birçok gülüşme ve kahkaha oldu. Saat on gibi üçünü de kapıya eşlik ettim. Ancak sonradan aklıma takılan soru geldi. Aileme belli etmemeliydim, annem de dahil tabi. Bu yüzden kanepenin üstünde duran kağıdı alarak "Olivia'ya göstermem gereken bir yazı var." diyerek evden çıktım.
Araba hareket etmeden yetişebilmiştim neyse ki. Beni görünce Olivia'yla Tom dışarı çıktılar hemen. Hopkins ise çoktan evine yönelmişti kendi başına. "Bir şey mi oldu?" diye sordu Tom.
"Peki, şimdi bana planı anlatın." dedim. "Smith denen adamdan bilgi bekliyorken şu yurt dışı olayı çıktı. Nedir bu şimdi?"
"Olivia yapacağımız şeylerin intihar görevi olabileceğine inanıyor." dedi Tom.
Olivia da araya girerek "Ki zaten öyle!" dedi ve bana döndü. "Bak şimdi, bu yapacaklarımız bizim sonumuz olacak demiyorum. Ama 'ne olur ne olmaz' olayına girerek, ölmeden önceki dileklerimizi gerçekleştirmek istiyorum. Ve bu sadece grup konseri değil. Birkaç yere daha gideceğiz. Ama onlar sürpriz olacak."
Aklıma Marty geldi. Eğer bu bir intihar görevi olacaksa, buna değer. Ama intikam isteğimden dolayı değil. Aslında belki intikam istiyordum, ancak sırf intikamdan uzak durmalıyım diye, o adamların yaptıklarını yanına mı bırakacaktım? Kesinlikle hayır! Polis yapamıyorsa, biz yapacaktık. Tabi şuan için planı bilmiyordum. Ama az çok aklımda canlanmıştı. İçeri girip hepsini öldürecektik, sonra da başka bir çeteye suçu atacaktık. Ne kadar da kolay değil mi? Söylemesi kolay tabi.
Çocukken hep hayatı film gibi yaşamak isterdim. Hani kötü adamların binalarına güneş gözlükleriyle girerek yürümeye devam ederken kötü adamları vurmak, masumları kurtarmak gibi... Ama bu sefer kurtarılacak bir masum yoktu. Bu sefer ölen bir masum vardı, bir de onun yanında yerine getirilmesi gereken adalet.
Bir an cesaret gelmişti. İç geçirip gözlerimi kapattım ve "İntihar görevi..." dedim. Ardından başımı kaldırıp gözlerimi açtım ve "Buna değecek. Ve sen de bundan önce yapabileceğimiz her şeyi yapmak istiyorsun. Öyle mi?" diye sordum.
"Evet." dedi basit bir şekilde.
Gülümseyerek "Ufaklığa iyi bak." dedim ve eve girdim. Odama geçerek, Hopsin'in yeni çıkarttığı Ill mind of Hopsin 7 şarkısını indirdim. (Hopsin'in hasta zihni 7)
Adam gerçekten de işini iyi beceriyordu. Bu sefer tanrıyı konu almıştı. Sanırım tanrıya "Neden benimle konuşmuyorsun, Adem ve Havva'dan ne farkım var benim?" diye soruyordu. Tanrının varlığına inanıyor ancak kendi varlığının işaretini göstermemesi onu rahatsız ediyordu. Benim analizim buydu en azından.
Bu da düşünmeme sebep oldu. Ancak bunların cevabını daha önceden hazırlamıştım ben. İnanç olayı basitti çünkü. Şöyle ki; eğer bir şey hakkında bir delil/kanıt varsa, o şeyin varlığı bilinir. Eğer ortada kanıt yoksa, o zaman o şeyin varlığına inanılabilir. Çünkü bir delil, o şeyin varlığını kanıtlar. Kanıtlanılan şey bilinir. Tanrı ise ona inanmamızı isteyen bir varlık. Bu yüzden işaret yollamıyor. Onu anlıyordum ben. O an bunları düşündüğümde gökyüzünden bir ışığın bana doğru süzülüp "Sonunda doğru yolu bulan biri!" diye beni tebrik edecek sandım. Hayal dünyamdan bir kesit işte, her neyse...
Kaçta uyuyakaldığımı hatırlamıyorum. Ama kalktığımda öğlen 3 gibiydi. Annem okula gitmeme gerek kalmadığına ikna olmuştu. Sırf bu yüzden tanrıya şükredebilirdim. Ve her zaman yaptığım gibi kalktığım gibi telefonuma baktım.
1 yeni mesaj : Olivia.
"İşkence zamanı." yazmıştı ve yanına bir adres yazmıştı. Orayı biliyordum. Okulumdan birkaç blok ötede bir deponun adresi. Bir de bodrum katı vardı. İşkence diyordu. Ne işkencesi?
Mesaja cevap vermeden birkaç bir şey atıştırdım ve anneme haber verip evden çıktım. Muhtemelen merakımdan dolayı hızlı yürüdüm, ya da koştum - hatırlamıyorum... Oraya varmam 7 dakikamı almıştı. Ve evet, hesaplamıştım.
Deponun önünde Tom'u gördüm. Koşarak onun yanına gittiğimde bir şey sormama fırsat vermeden "Öncelikle, bu benim fikrim değildi." dedi. "Muhtemelen Olivia'nın çok ileriye gittiğini düşüneceksin. Ama fazla üzerine gitme. Yapmak zorundaydı."
"Ne?" dedim anlamadığımı belirten bir ifadeyle.
Derin bir iç geçirerek "Bodrum kat." dedi. Ben de başka bir şey sormadan deponun kapısından girerek aşağı kata indim. İnleme sesleri geliyordu, aşağı indiğimdeyse Olivia güler bir yüzle karşıladı beni.
"Smith işini iyi çıkarmış." dedi ve önümden çekildi. Sandalyeye bağlı bir adam vardı. Suratı kanlar içindeydi. Olivia'nın ya eli ağırdı, ya da ayağı. Hangisi bilmiyorum. Bir insan eli bu kadar kan akıtabilir miydi ki? Her neyse.
"Bu ne?" dedim aynı ifadeyle.
"Kendisine sor." dedi o da adamı göstererek.
"Kimsin sen?" diye sordum adama bir adım yaklaşarak.
"Biliyor musun, bir çocuğun elinden şeker almak daha zor olurdu." dedi gülerek. Ama aynı zamanda hala acısından dolayı inliyordu. "Ama bir çocuğu zehirlemek, bundan daha da kolay. Ha şimdi o sorular gelecektir; bir çocuğa bunu nasıl yaparsın, senin vicdanın yok mu, sen nasıl bir insansın... Bu soruları geçmeniz süreci hızlandırır umarım. Şimdi söyle bakalım evlat, ne istiyorsun?"
"Ne?" dedim adamdan gözlerimi ayırıp Olivia'ya bakarak.
"Hala anlamadın mı?" diye sordu Olivia bana cahilmişim gibi bakarak.
"Neyi?" diye sordum ben de. "Biraz açık konuşsan çok iyi olur."
Derin bir nefes aldı ve "Şimdi sakin ol." dedi. Ama aynı zamanda kendisi de hiddetleniyordu, bunu hissedebiliyordum.
"Kim bu adam?" diye soruyu tekrar ettim.
Gözlerini yere devirerek "Marty'yi zehirleyen adam bu." dedi.
İşte o an... Öfkesinden güç alan Yunan tanrıları gibi gözlerimi kapatıp burnumdan derin bir nefes aldım ve yumruğumu sıktım. Adama sakin bir adımla yaklaşarak yumruk atmayı düşündüm. Ancak kendime hakim olup sakinleştim. Ardından sinsice gülümseyerek "Sen..." dedim.
"Ben mi?" diye sordu salağa yatarak.
Ani bir hareketle aramızdaki mesafeyi birkaç santime indirerek göz teması kurdum ve bu hareketim adamın ürkmesine sebep oldu. Hiddetle burnumdan nefes almaya devam ettim.
"Ne?" dedi adam. "Ne yapacaksan yap işte."
Yeniden gülümsedim ve "Ölmüş olmayı dileyeceksin seni aşağılık herif." dedim. "Ama cehennemde göreceğin işkencenin iki katını burada tadacaksın. Ve sonrasında ise, seni kendi ellerimle ben öldüreceğim. Şimdi hiç 'ben hissiz biriyim, acı hissetmem' moduna girme. Herkes acı hisseder. Ve beni dinle şimdi aşağılık adam, eğer acıdan zevk alan biriysen, sana birazdan yapacaklarım orgazm olmana sebep olacak."
Adam bu sefer gerçekten korkmuş gibiydi. Ürkek bir ceylan gibi yutkunarak "Ne yani bana tecavüz mü edeceksin?" diye sordu.
"Hayır." dedim gülümsemeye devam ederek. "Benim gizli bir silahım var."
"Neymiş o?" diye sordu dalga geçer bir ifadeyle.
Ben ise göz temasını kesmeden ona tehditkar bir ifadeyle bakmaya devam etim. "Hayal gücüm." dedim. "Dostum, sen... Sen çok yanlış kişilerin eline düştün şimdi işte."
![](https://img.wattpad.com/cover/13204273-288-k658338.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayalperest (Dreamer)
Teen FictionTüm insanlar hayalperesttir. Tabi sadece çocukken. Çocukken herkes süper kahraman olmak ister, değil mi? Sonra bazıları astronot veya bilim adamı gibi hayallere kapılırlar. Sonrasında ise büyüdükçe bu hayaller avukatlık, mühendislik gibi basit hayal...