Kulaklıklarımı takıp yürümeye başladım. Bu sefer otobüse binmeyecektim. Çünkü dinlediğim şarkı bana bir çeşit enerji vermişti. Etrafımda insanlar olmasaydı büyük bir ihtimalle başımı sağa sola sallayıp dans ederdim. İtiraf etmeliyim ki kendimi o an zor tutuyordum. Ama kendimi elimle ritim tutarak tatmin ettim. Böylece Olivia'nın evine yürümeye başladım.
Mahalleye geldiğimde kulaklıklarımı çıkartıp eve doğru yöneldim. Hafif bir ıslıkla dinlediğim şarkının melodisini tutuyordum. Bahçe kapısına geldiğimde bir tartışma sesi duydum.
"Sen hala burada mısın - Geri gelmemeliydin - Karavanı sana vermeyeceğimizi söylemştik sana" tarzı şeyler diyordu Olivia. Kapıyı aralayıp Olivia'ya ve arkası dönük ona bakan adama baktım.
Olivia'ya "Ne ayak?' der gibi bir bakış yaptım, o da başıyla adamı işaret etti. Adam da arkasını dönüp bana baktı. Bay Smith'ti bu. Yani karavanın eski-gerçek sahibi.
"Senin ne işin var burada?" diye sordum öfkeyle kapıyı kapatırken.
"Geri döneceğimi söylemiştim." dedi o da gözlerini kısarak.
"Evet geri döndün, şimdi de geri dönüp gidebilirsin." dedi Olivia dalga geçerek.
"Bana bak seni küçük ufaklık!" dedi öfkeyle köpüren Bay Smith, bunları söyledikten sonra birkaç adım atıp Olivia'nın dibine gelip tehditkar bir şekilde baktı. Tam bir şeyler söylemek üzereyken Olivia sinsice gülerek "Ben ufaklık değilim." dedi ve arkasındaki köpeğe "Yakala ufaklık!" diye bağırdı.
Köpek, yani önceden adını koyduğumuz Marty, Olivia'nın, yani sahibinin bu söylediklerini duyunca birden ileri atılıp Olivia'nın önüne geçerek, sanki "Ondan uzak dur!" dermiş gibi havlamaya başladı. Korkutucu muydu? Hayır değildi elbette. Ama yine de bu kadar kısa sürede ona alışmış olması biraz duygulandırdı beni.
"Çek itini önümden." dedi Smith.
"Bakın." diyerek araya girdim ve Smith'in omzundan tuttum. "Bunu size içimde kalan en küçük saygı parçasıyla söylüyorum. Gidin ve bir daha gelmeyin."
"Sen karışma!" dedi ve omzunu çekerek Olivia'ya döndü. "Karavanın sahibi o, kararı o verecek."
"Ve benim kararım kesin, karavanı vermiyoruz. Bu kadar!" diye bağırdı. Olivia'nın bağırmasıyla köpek de birden hiddetlendi ve hırlamaya başladı.
Smith bir adım daha atarak Olivia'nın dibine girdi ve "Bu karavanı istiyorum, benim olacak!" diye bağırdı.
"Ne dilediğine dikkat et, serseri!" dedi aynı hiddetle Olivia. Clint Eastwood'dan alıntı yapması hoşuma gitmişti.
Köpek daha fazla tehdit savururcasına hırlamak ve havlamak yerine bu sefer adamın paçasına yapışmaya karar verdi ve lanet olsun ki adamın buna tepkisi kız gibi çığlık atmak oldu. Ayağında, yalnızca birkaç kilo ağırlığındaki köpeğin dişleri ayağına geçmişti artık. Ayağını sallayarak köpeği metrelerce öteye fırlattı. Köpek çitlere çarpıp yere yuvarlandı.
Olivia'ya dönüp gözlerimi kapadım. İşte şimdi öfkelendirmişti onu. Ve öfkelenmiş bir Olivia, öfkelenmiş bir goril gibidir. Hemen saldırıya geçer. Ama bu sefer öyle yapmadı. Direk olarak köpeğin yanına gidip onun durumuna baktı. Ben de aptal gibi durup olanları izliyordum. İçimden o aşağılık adamın suratına tekme atmak geliyordu, ama kendimi tuttum.
Olivia birkaç kez köpeğin başını okşadıktan sonra onu kucağına, bebek alır gibi aldı ve ayağa kalkıp Smith'e baktı. "Sen ne tür bir adamsın?" diye sordu sinirden nefes ritmi bile bozulurken.
Köpeği bana verdi, ben de onun yerine tuttum. Bir yarası yoktu. Ama acıdan inliyordu. Tanrım... O henüz bir bebekti! Yani sırt çantama koysam ağırlığını fark etmezdim. O derece. Olivia adama yaklaşıp "Şimdi öfkeme hakim olmaya çalışıyorum." dedi. "Ama şimdi buradan çıkıp gideceksin ve bir daha asla gelmeyeceksin. Eğer gelirsen çok kötü şeyler olabilir."
Adam Olivia'nın omzundan ittirerek "Tehdit edene bak, daha kızım yaşında bile değilsin!" diye bağırdı. İşte işler şimdi kızışacaktı. Derken...
Adamın biri bahçe kapısını, sanki kendi evine girermiş gibi açıp içeri girdi ve Smith'in omzuna dokundu. Smith arkasına dönüp "Ne var Peter!?" diye bağırdı. Ama karşısındakinin Peter, yani ben olmadığımı anlayınca şaşırdı. "Sen kimsin?" diye sordu.
Adam "Kızıma kimse dokunamaz!" dedi sakince. Ardından adamın burnunun ortasına sert bir yumruk geçirdi. Adam yere yığıldı. İşte bu! Benim, ve muhtemelen Olivia'nın da dakikalardır yapmak istediğimiz şeyi bizim yerimize bu adam yaptı. Adamın başında kapşon vardı. Bu yüzden yüzünü pek göremiyordum.
Olivia önce yerde yatan Smith'e, sonra da kapşonlu adama baktı. "Kızım mı?" diye sordu. Adam kapşonunu çıkartarak yüzünü gösterdi ve gülümsedi.
Tom'u gören Olivia tek kaşını kaldırarak "Ne... Kızım mı?" diye tekrar etti sorusunu.
"Kızın mı?" diye sordum ben de bir Tom'a, bir de Olivia'ya bakarak.
"Kızım mı!?" diye tekrar etti üçüncüye Olivia.
Adam iç geçirerek "Bir baban olmalıysa, o içki bağımlısı serseri yerine beni tercih edeceğini tahmin ediyorum." dedi.
"Bir dakika, sen gerçekten benim..." demesine kalmadan Tom onun sözünü kesti.
"Tanrım!" diye bağırdı. "Hayır tabi ki de. Ama annenin mirasına saygı duymalıyım. Bu yüzden sen istesen de istemesen de sana göz kulak olacağım, tamam mı?"
"Aile meselesi, sanırım bundan uzak kalsam iyi olur." diyerek elimdeki köpekle birlikte bahçenin diğer köşesine gittim. Konuşmalarını duyabiliyordum ama duymamış gibi davranmaya çalışıyordum. O sırada ufaklığın başında herhangi bir yara var mı diye kontrol ediyordum. Bir Marty daha ölemezdi çünkü. O gözlerini devirip acı içinde fısıltıyla inlerken ben ona sanki beni anlayacakmış gibi "Sen bir kahramansın Marty." diyordum. "Gerçekten de çok cesurdun bugün. Ve bizi de koruyacaksın hep. Biz, Olivia 'ablan' ve Peter 'abin' olarak seni seviyoruz. Tamam mı ufaklık?"
Bunları söyledikten ufaklığa sarıldım. İki Marty arasındaki tek fark şuydu, bu 'ufaklık' denildiğinde kızmıyordu. Ama ikisi de aşırı dereceyde sevimliydi. Her neyse, Marty'yi düşündükçe duygulanıyorum, bunu yapmamam gerekiyor.
Birkaç dakika köpekle ilgilendikten sonra Olivia ve Tom'un yanına geldim. İkisine birden baktım. Ben gelince konuşmayı durdurdular. Olivia'ya yine o "Ne ayak?" bakışını attıktan sonra bana dönüp "Bizimle kalacağını söylüyor." dedi.
Tek kaşımı kaldırıp Tom'a baktım, ardından Olivia'ya dönüp "Peki, öyle mi olacak?" diye sordum.
Başını öne eğip "Bir sorumluluk almış, bırakalım kalsın. Hem buralarda tek başıma kalmak benim de hoşuma gitmiyordu zat..." diyecekken telefonum çaldı. Ufaklığı yere bıraktıktan sonra telefonuma baktım.
"Alo?"
"Peter, eve geldin mi?" diye sordu, annemdi arayan.
"Hayır Olivia'ya gittim, neden?" diye sordum ben de.
"Şey için söylemiştim, baban 2-3 saat önce ufak bir kalp krizi geçirdi." dedi, bunları söyledikten sonra benden soğuk terler akmaya başladı. Daha bir şey söylemesine fırsat vermeden onu soru yağmuruna tuttum.
"Ne? Ne zaman? Durumu iyi mi? Nasıl o? Şuan nasıl?"
"Peter!" diye bağırdı. "Şuan durumu iyi. Endişelenme diye aradım. Hatta buraya gelmene bile gerek yok. Yan komşumuz Bay Sean'ı hatırlıyor musun? Heh işte, ondan yemek alabilirsin. Biz akşama doğru çıkacağız buradan. Doktorlar da önemli bir şey olmadığını söylüyorlar zaten."
"Anne saçmalama tabi ki de geleceğim oraya." dedim şaşkın bir ses tonuyla, Olivia ve Tom da beni dinliyordu. "Hangi hastane? Evet biliyorum, tamam. Yarım saate geliyorum."
Telefonu kapattıktan sonra sormalarına fırsat vermeden olayı anlattım. Tom, hastane ücretlerini ödemeyi teklif etti. Ama sigortamızın olduğunu tahmin ederek reddettim. Olivia da Tom'a evde kalmasını söyledi. Karavana atladı ve beni hastaneye sürdü.
Bu hastane... Suratımın derisinin neredeyse bedenimden bağımsız olma durumunu engelleyen hastaneydi. Hatırlarsınız, hani şu kaşıntı olayı? O hastane. Doktorların beni tanımamalarını umdum. Çünkü Bay Hopkins onlara "Ben babasıyım." demişti. Ben ise gerçek babamı ziyarete gidiyordum.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayalperest (Dreamer)
Ficção AdolescenteTüm insanlar hayalperesttir. Tabi sadece çocukken. Çocukken herkes süper kahraman olmak ister, değil mi? Sonra bazıları astronot veya bilim adamı gibi hayallere kapılırlar. Sonrasında ise büyüdükçe bu hayaller avukatlık, mühendislik gibi basit hayal...