Dördüncü Bölüm

47.5K 4.1K 2.3K
                                    

Eğer on altı yaşındaysanız ve lisedeyseniz hayat sizin için bazen her şeyden daha zor hale gelebilir. Benim mutsuzluğum biraz da diğer arkadaşlarım gibi olmak istememden kaynaklanıyordu. Aralarında bana bir yer yoktu ama ben aralarında olmak için inatla çabalıyordum. İstenmediğiniz bir yere girmeye çalıştınız mı hiç? Hemen hemen her liseli bunu yapmıştır. Benim mutsuzluğumun temeli de her şeyin dışında bırakılmaktı. Oysa her şeyin içinde olmak herkes kadar benim de hakkımdı. Bu hakkımı kullanmak istiyordum ama kullandıkça her şeyden ve herkesten sıkılacağımı hiç tahmin etmemiştim.

Düzenli olarak birilerinden hoşlanan bir gençtim ben. Bu evrenin bana gönderdiği bir mesajdı aslında. ''Ben seni her şekilde mutsuz ederim, sen kafanı yorma yavrucuğum'' diyordu. Haksız değildi her şekilde mutsuz olacak kadar yeteneklisinizdir o yaşlarda. Her şeyi kafanıza takıp incir çekirdeğini doldurmayacak şeylerden mutsuz olursunuz. Ben de öyle biriydim. Mutsuz ve bir başına...

Bir başına olmak da çoğu zaman bir sorun yaratmıyordu ancak asıl sorun o sıralar benim aşık olduğum herhangi bir kızın çoktan başka birinin sevgilisi olmuş olmasıydı. Neden böyledi ki? Bu soruya bir cevap bulamıyordum. İstanbul bana dar geliyordu hem de sırf bu yüzden. Sınıfta sevgilisi olmayan tek kişi bendim. Gruplara alınmayan yine ben. Voleybol oynanacak dendiğinde kadroya alınmayan mı? O da tabii ki ben. Bu bir başınalık ve yalnızlık aslında beni adam etmiş ama ben o dönemler bunun farkına varamamışım.

Ailemle aram hiç iyi değildi ve düzeleceğine de inanmıyordum. Beni anlamıyorlardı ben de onları anlamak istemiyordum. Özellikle babamın üzerine çok gidiyordum. Arkadaşlarım da olanların bende olmaması zoruma gidiyordu ve babama içten içe bir öfke duyuyordum. Oysa hiç hak etmedi babam bunları çünkü beni ben yapmak için çalışıyordu o adam. Hiç çalışmayan ve benimle ilgilenmeyen bir adam da olabilirdi ama benim babam her zaman en büyük destekçim olmak ve beni mutlu etmek için her şeyi yapıyordu.

Sınıfta tam yirmi iki erkek vardı. Onlardan biri de bendim. İki takıma bölünüp her hafta maç yapacaktık ve forma almamız gerekiyordu. Bu formaları Eminönü'nde bir yerden alacaktık. Arkadaşlarımız daha önce bir araştırma yapmıştı ve orada bol çeşitte her renkte formaların satıldığını öğrenmişlerdi. On bir kişi kırmızı diğer on bir kişi ise beyaz ve gri renklerden oluşan bir forma alacaktı.  O gün gittiğimizde beyaz ve gri reklerden oluşan formalardan birini alması gereken kişi de bendim ama param olmadığı için alamadım. Hiçbir arkadaşımda ben parasını vereyim sen bana verirsin demeyince öyle gariban gibi ortada kaldım.

Akşam eve döndüğüme  mutsuzluk masterı yapmış biri gibi odadan dışarı çıkmıyordum. Babamın anneme beni sorduğunu duydum. ''Eray'ın neyi var? Neden böyle mutsuz?' diyordu. Annemle her şeyi paylaşırdım, tabii ki annem de paylaştığım her şeyi babama anlatırdı. O gün babam beni yanına çağırmadı ve benimle konuşmadı. Oysa çağırması için çok bekledim. Tüm hırsımı babamdan alacaktım. Mutsuzluğumu ve güçsüzlüğümü babamın üzerine yükleyecek, onu tüm bu yaşadıklarımdan sorumlu tutacaktım ama babam benimle ilgilenmedi.

Ertesi gün yine odamdan çıkmadım. Babam kapıyı çalıp içeri girdi.

''Neyin var Eray'' diyebildi, ürkekçe...

''Yok bir şeyim, yalnız bırak beni'' dedim.

Öyle kötü oldu ki babamın yüzü, ne zaman aklıma gelse o an yaşadıklarım ve yaşattıklarım yine üzülürüm. Babam odadan sessizce çıktı ben ise inat edercesine sehpanın üzerindeki eski küçük vazoyu duvara fırlattım ve kırdım. Çok sabırlı bir adamdı babam, bana hiç kızmadı, olgunlukla karşılardı.  Duvarda kırılan vazonun sesini duyunca bir hışımla odaya girdi ve

''Eray bir şeyin var mı?'' dedi.

''Sana ne?'' dedim.

Odadan çıktı ve beş dakika sonra elinde beyaz ve gri renklerden oluşan bir forma ile yanıma geldi.

''Oğlum bu forma mıydı?''

''Evet'' dedim.

Formayı aldım ama babama bir teşekkür bile etmedim çünkü o an benim gözümde babam bunları yapmakla yükümlüydü. Herkesin babası yapıyorsa o da yapacaktı, yapmalıydı. Aslında babama ne kadar kötü davrandığımı okula gitmek için sabah evden çıkarken anladım.

Ayakkabıları yırtılmıştı ve tek bir çift ayakkabısı vardı. Yağmur deseniz o gün öyle bir yağıyordu ki, babamın ayakkabısının halini görse bulutlar bile utançlarından ağlayamazlardı.  Ben yeni botlarımı giydim, çantamdaki forma ile okul yoluna koyuldum. Babamın ayakları kesin ıslanacaktı. Nasıl pişman olduğumu kelimelerle anlatamam.

O gün okula gitmedim. Eminönü'nde formanın satıldığı o dükkanı bulup yalvar yakar o formayı iade edip parasını aldım. Sonra yine oradaki iki yan dükkandan kırk iki numara bir bot aldım. Parası forma ile tam denk gelmişti.  Okulun çıkış saatine kadar oralarda oyalandım ve eve gitme saatim gelince yola koyuldum. Okuldan dönüyormuş gibi gittim eve ve çok da iyi olmayan o bir çift botu kapının önüne bıraktım.

Akşam babam geldiğinde botları görüp, anneme kızdı. Annemin ise botlardan haberi bile yoktu.

''Hanım durumumuz yok neden alıyorsun bana bu botları?''

''Ne botu? Ben bot almadım.''

''Kapının önündeki botları kim aldı? Ben böyle idare edebilirdim. O parayla Eray'ın masraflarını karşılardık çocuk ezilmezdi arkadaşlarının arasında.'' dedi babam...

Annem beni çağırdı ve botları aldığımı itiraf ettim. Hepimiz o an o kadar mutlu olmuştuk ki... Üç kişilik bir aileydik ve bu mutluluğu hak ediyorduk. Annem mutfağa gidip tezgahın altından bir muz çıkardı. O muzu üçe böldü ve hep beraber yedik. Ben şu an hâlâ öyle güzel bir muz yiyemiyorum.


Muz zengin meyvesidir, bakmayın siz pazarda satıldığına, fakirler için düzenlenen bir sergidir pazar. Uzaktan izlersiniz ve bazen yüzünüzü kızartıp bir adet alabilir miyim dersiniz. Tıpkı benim annem gibi...

^^ Yorumların hepsini okuyorum, arkadaşlığınız için çok teşekkür ederim ^^

Gökkuşağına Aşık Aptal Bir Bulut #Wattys2016Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin