On dakikalık uykumda gördüğüm kabuslardan dolayı zehir olmasıyla, nefes nefese koltukta uzanır pozisyonda durmuş sokaktan gelen ışığa bakıyordum.
O sabahtan beri sadece iki kere uyumayı denemiştim ve hepsinden Ömer ile ilgili kabuslar görüp acı içinde uyanmama vesile oldu.
Bu acı, dün ya da öbür gün hissettiğim acıya benzemiyordu. Kalp kırıklığı yoktu, sadece üzüntü vardı.
Bunların sebebinin dün ona söylediğim ağır laflardan ve onun göreve gitmesinden dolayı olduğunu biliyordum.
Bir yanım asla kendimi suçlamazken, diğer yanım keşke hakkını helal edip buradan çekip gitseydin diye haykırıyordu.
Ettiğim beddua ise, uykudan kıvrandırarak uyandırıyordu.
Telefona uzanıp saate baktım, akşamın dokuzuydu.
Dört cevapsız çağrıya baktım, Melih durmadan arıyordu ama onu açmıyordum. Bir daha yüz yüze bile gelmek istemiyordum.
Telefonu kenara koyduğum sırada zil çaldı, kaşlarım çatıldı. Hiç düşünmeden koltuktan destek alarak ayağa kalktım ve kapıya ilerledim. Kapalı olan ışığı açtım.
Kapıyı açtığım anda karşımda Akif'i gördüm, belki yine o da gelmiştir diye etrafına bakındım ama bu sefer tek başına gelmişti.
"Niye geldin?" diye sordum dümdüz bir sesle.
"Ne dedin sen o çocuğa?" diye sordu öfkeyle aniden, yine kaşlarım çatıldı.
"Ne?"
"Ömer'in hali hal değildi, ne dedin ona?" adını duyduğum an karnım kasıldı, az önce rüyamda hissettiğim acı yeniden akın etti kalbime.
"Gerekeni." diye cevap verdim sadece.
Dudaklarını sinirle araladı ve ardından sanki bağırtısını kimse duymasın diye dudaklarını birbirine bastırdı. İçeri doğru bir adım atıp ben engel olamadan girdi.
"Lan ne hakla içeri giriyorsun-"
"Kapat kapıyı, bu bina oturanlar bizi tanımıyor boş yere polislik olmayayım." kaşlarım havalandı, söylediklerinden korkacağımı düşünüyordu. Gözlerinin içine bakarak kapıya vurdum ve hızla kapanmasını sağlayıp ona doğru bir adım attım.
"Hayırdır? Beni mi vuracaksın?" dediğimde sinirle güldü.
"Keşke..." dedi kafasını iki yana sallayıp. "Keşke sana bir kat dayak atıp aklını başına getirebilseydim."
"Birincisi, sen bana hiçbir sik yapamazsın-" diye söylenmeye başlamıştım ki hemen araya girdi.
"Ömer olduğu için evet yapamıyorum." dedi inatla, bu dediğini duymazdan geldim.
"İkincisi bende akıl mı bıraktı senin o arkadaşın?"
"Lan ne yaptı?" diye sordu öfkeyle üzerime bir adım atıp. "Ne yaptı bana söyle?"
"Gidip arkadaşımla benden habersiz konuştu, hem de flörtleşir gibi. Yalan söyledi, gitme dediğim halde kapıyı çarptı yüzüme. Ona gidersen bir daha geri gelme dememe rağmen, çekip gitti." öfkeyle ve sinirle söylediğim şeylere tepki vermeden suratıma baktı ve ardından güldü.
"Ulan her şeyi bilmen gerekmiyor zaten, benden habersiz konuştu diyorsun. Sen ben eve her gelip gittiğimde Ömer'e diyor musun bugün eve geldi, oturduk, sohbet ettik diye?" diye sordu Akif kaşlarını kaldırıp. "Ömer'in nöbetçi olduğu gün, evde olduğunu düşünerek size gelmiştim sonrasında içmiştik, hani bana ne kadar sinirli olsan da derdimi dinlemiştin. Onu Ömer'e söyledin mi?"
Hayır, söylememiştim çünkü Ömer hâlâ Sivaslı için ölüp bittiğini duyarsa ona sinirlenecekti.
"Akif aynı şey değil, sen onun kaç yıllık kardeşisin."
"Lan o çocukta Melih'le senin kardeş olduğunu düşünüyordu, bu çocukla ilk yakın olduğun zamanı hatırlıyorum Ömer 'Melih diye bir pezevenk var ihtimal vermem ama eğer Erdal'a yavşarsa her an anasını sikebilirim' diyordu. Sonradan ikinizin en yakın arkadaş olduğunuzu görünce artık saldı, senin de bir arkadaşının olmasını istiyordu." dediğinde sadece onu dinledim.
"Tamam, ben de Ömer'in ilk defa birine bu kadar az sürede yakın olduğunu görüp etmedim, soğuk, buz gibi biri. Ama seni öyle seviyor ki, senin sevdiğin insanları bile sevmeye başlıyor." dedi ve ardından salona bakıp Holmes'ı gösterdi. "Aha, bak şu köpek. Ömer titiz bir insan, hayvanları sever ama uzaktan asla dokunamaz edemez. Sırf sen seviyorsun diye köpeği evine aldı, hadi bunu herkes sevdiği için yapar. O bir de köpeği sevmeye çalıştı, sırf sen seviyorsun diye."
Daha önce duymadığım şeylerle yutkundum.
"Yanlış yaptı mı? Yapmıştır ama senin o çocuğu tehlikeli bir göreve giderken omzu düşük vaziyette göndermene değecek bir şey yaptı mı? Sanmam." dedi gözleri dolu dolu olmuş bir vaziyette.
"Ömer bana hep yalan söyledi." diye mırıldandım, onun söylediği şeyler kafamda oturdukça ettiğim bedduanın yükü omuzlarımdan beni aşağı çekiyordu sanki.
"Seni çok seviyordu, sana asla bir yanlış yapmazdı Erdal. Tamam çok sağlıklı düşünemiyor bazı konularda ama sen o çocuğu son zamanlarda ne kadar bıktırdığını bile fark etmedin. Bana hiç kendi ağzıyla bıktım demedi, demez çünkü seninle ilgili asla kötü bir şey konuşmaz. Ama ben bile o halinden yorulmuşsam, o adam ne hâle gelmişti kim bilir?"
Son zamanlarda ona kötü davrandığım anlar aklıma doluştu şimdi de, yutkundum.
Düne dair hissettiğim hiçbir şey kalbimde yoktu şimdi ama hâlâ bir yanım inkar ediyordu.
"Tamam, ona son bir şey söyleyip hayatından çıkacağım. Artık ne onu yorarım ne de kendim bu yalan denizinde boğulurum." dedim koltukta duran telefonuma giderken, çoktan görev için gitmişti.
"Nereden ulaşacaksın acaba Ömer'e?" dedi alayla, telefonu elime aldığım sırada yüzüne baktım. Sinirle güldü.
"Gizli görev bu Solcu, yakınları harici kimsenin haberi yok. Ülkenin bile yok başına bir iş gelse haberini bile ancak ülkeye döndüklerinde alacağız, nereden ulaşacaksın?" diye tekrarladı yeniden sorusunu.
Öylece donup kaldım. Ne demek gizli görev?
"Ne kadar kalacak?" dedim sakin olmaya çalışarak.
"Sadece gittiğini biliyorum, ne kadar zamanda gelecek bilmiyorum." bu sefer kendi kendine mırıldandı. "Zamanında bir kere daha gitmişti, altı ay sürdü."
Altı ay boyunca ondan hiçbir haber alamayacak mıydım? Belki de daha fazla.
"Giderken nasıldı?" diye sordum, ettiğim beddua kafamda dönüp dolaşıyordu.
"O kadar kötüydü ki," dedi çatallaşmış sesiyle. Akif'i ilk defa ağlarken görüyordum. Konuşamadı.
Nefesimi tutup oturdum koltuğa.
Gözlerimi kapattım, içim acıyordu.
***
Son iki...