8- MERHAMET

68.3K 6.1K 2.9K
                                    

"Hassiktir... noldu lan bunun yüzüne?"

"Olum kim ne yaptı?"

Sabah vakti yine tüm koğuş uyanırken, yüzümü fark edenler soluğu yanımda almıştı. Uyanalı üç dakika kadar olmuşken, yeniden dünkü olayı hatırlamıştım.

"Bir şey yok." diye mırıldandım iki üç kişi bana bakarken.

"Nasıl bir şey yok? Hangi ara yüzün böyle dağıldı senin?"

Dün akşam ışıklar kapanınca yatağa geçmiştim ve kimseye görünmemiştim. Bu yüzden hepsinin şok olacağını biliyordum, gözümün altı kızarıktı muhtemelen şimdi morarmıştı, dudağımın kenarı patlamıştı ve hafif hafif kızarıklar vardı.

"Gece acaba cin düğününe gidip orda kavga çıkardın, ondan mı yüzün böyle oldu?" Edirnelinin söylediğiyle hepimiz ona garip garip baktık. "Ne bakıyorsunuz oğlum, gece koğuşta ses bile yoktu. Hangi ara dayak yemiş olacak ki?"

Sıkıntılı bir nefes aldım "Gençler, salın beni bir şey yok."

"Noluyor lan, hazırlansanıza!" koğuşa giren başçavuşla şansıma küfür ettim.  Çatık kaşlarıyla kalabalığa geldi, gözleri benimle buluştu. "Yüzüne noldu senin? Kimle kavga ettin?"

"Kimseyle komutanım." diye mırıldandım.

"Kendi kendini mi tokatladın dangalak?" hem sinirle hem de alayla sorduğu soruya cevap vermedim.

Kiminle kavga ettiğim konusunda defalarca soru sorsada cevap veremedim, verirsem benim başım yanacaktı çünkü. Başçavuş ise sinirlenip beni üniformamı giymemi söyledi ve ardından beni komutanların yanına çıkardı.

İkinci kata geldiğimizde, dün gece hırsla girdiğim kapının önünde bu sefer sakince bekliyordum. Kapıyı çaldı, komutana bir şey söyledi ve ardından beni çağırdı.

Umursamaz bir ifadeyle içeri girdim, selam verdim. Ömer'in yüzü benimkinden daha iyiydi, hatta hiçbir şeyi yoktu. İfadesizce yüzüme baktı.

"Komutanım kimle kavga ettiğini söylemiyor."

Ömer gözlerini ayırmadı benden, "Demek kiminle kavga ettiğini söylemeye cesareti yokmuş."

Dişlerimi sıkıp yüzüne baktım, dudaklarımı araladım ama tek kaşını rest çeker gibi kaldırdı. O an söylemek istesem de askerliğimin uzamamasını, bu işkencenin bitmesini istediğim için sustum. Komutana vurmanın cezasının sadece askerliği uzatmak olmadığına emindim üstelik.

"Söylemeyecekse diskoya alalım onu."

Bir şey demedim, öfkeyle suratına bakmakla yetindim.

Çenesinin ucuyla dışarıyı gösterdiğinde başçavuş kolumdan tutup beni dışarı çıkardı. Binadan çıkıp, yan binaya götürürken her önünden geçtiğimiz asker bize bakıyordu. Yüzümün haline daha doğrusu.

Disko denilen, hücre benzeri dört duvar alana götürdü beni Başçavuş, arından sesimi çıkarmam gerektiğini söyleyip kapıyı kilitledi.

Arkamı dönüp sadece bir bankı olan hücreye baktım, daha önce onunla kavga edip aynı karakol nezaretinde kaldığımız oluyordu. Onlara benziyordu, sadece bu sefer tek başımaydım.

Ve zaten o da çok uzun durmazdı. Babasının emniyet müdürü yakını olduğu için benden daha önce çıkardı.

Nezarethanede birbirimize öldürür gibi baktığımızı, aynı yerde bulunmaktan nefret ederdik. Ama hatırlıyorum, babası onu almaya geldiği zaman öylece çıkıp gittiğinde ve hücrede yalnız kaldığımda öfkem yerini üzüntüye bırakıyordu. Yalnız hissediyordum, sadece o gittiği için değil. Beni kurtaracak kimsem olmadığı için.

Hücrenin içine sessizlik çöktüğünde, sanki babası yine onu gelip kurtarmış ve ben tek kalmışım gibi hissettim. Anılar yüreğimde tazelenirken geçip bankı ortalayarak oturdum. Derin bir nefes aldım.

Neden onun gibi saf bir öfke besleyemiyordum?

İnsan düşmanından merhamet bekler miydi? Ben bekliyordum.

Çünkü ne olursa olsun, silahı bile kafasına doğrultsam göstermelik yapıyordum bunu. Kimseye kıyamazdım, hele ki bir annenin yavrusuna.

Şimdi ondan merhamet beklediğim için kendimi salak gibi hissediyordum ama içimdeki bu hisse engel olamıyordum. Bu kadar merhametsiz, vicdansız olması kalbime dokunuyordu.

Bu kışlada kimse yoktu, herkes yabancıydı. Ama onu tanıyordum, dört yıl boyunca tanımıştım. Aradan yıllar geçmişti, öfkesinin hâlâ bu kadar baki kalması hem üzüyor hem de sinirlendiriyordu.

Ondan beklediğim şey çok saçmaydı ama insan düşmanını bile anne babasız olmasından vurmazdı. Vurmamalıydı.

Düşündükçe boğazıma bir yumru oturdu, gözlerim doldu. Ne kadar zaman geçti bilmiyordum, kahvaltı, öğle yemeği ve hatta akşam yemeği geldi. Elimi bile sürmedim, iştahım yoktu.

Akşama doğru hücredeki diğer askerlerin sesleri geliyordu, hepsi çıkıyordu ama ben hâlâ burdaydım. Belki de onlar çok önceden gelmişti, bilmiyordum.

Duvarlar üstüme üstüme gelirken, içeriyi aydınlatan ufak pencereye yaklaştım. Yüksekteydi ama boyum uzun olduğu için parmaklarımın ucunda yükseldiğimde yıldızları ve siyah gökyüzünü görebiliyordum.

O sırada hücrenin kapısı açıldı, arkamı döndüm. Ömer kafasını hafifçe eğip içeri girdi, bakışları benim üzerimdeydi. Kapıyı açan asker kapının önünde bekliyordu.

Onu umursamadan yeniden pencereye döndüm

"Eğer yanlış sevdalara tutulursan, gökyüzünü daha çok oradan izlersin solcu." dedi boğuk, kalın sesiyle.

"Doğru yolu bulup, gözünü yükseklerde tutmazsan emin ol bir daha bu hâle düşmezsin." diye ekledi.

"Dua et solcu, dua et ki sana merhamet edeyim."

Hiçbir şey demedim, saniyelerce orada durdu. Daha sonra ise kapanan kapının sesini duydum.

Gözlerimi yeniden yıldızlara diktim.

Allah'ım ne olur onun gönlüne merhamet verdiğinde, merhametimi benden alma.

BELA Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin