Öğrenci: Taksideyim, geliyorum. Sen geldin mi?
Öğrenci: Patron Bey?
İnterneti kapalı mıydı yoksa zaten orada olduğu için beni mi bekliyordu bilemedim. Tek bileğim önümdeki bu iki saati dolu dizgin geçirmek ve vaktinde eve dönebilmekti. Geç kalınca neler olduğunu düşününce... Her neyse, geç kalmayacağım.
Çok uzun bir yol gitmedik. Mahalleden pek de uzak bir yer değildi. Taksici restoranın önünde durunca hemen indim ve karşımdaki restorana baktım. Siyah çatılı, tüm duvarları camdan olan ve içerisi sarı loş bir ışıkla aydınlatılmış şık bir restoran idi. Yukarıya doğru taş merdivenlerle çıktım. İki taraf da yeşillikti ve yan tarafta restorandan daha yüksek bir ağaç vardı. Ortamın güzelliği kalbimin daha hızlı çarpmasına neden oldu. Garip ama güzel hissediyordum.
Sadece düşüp bayılmasam iyi. Gerçi utançtan yerin gibine girsem yine de bayılmam.
Restoranın ana giriş kapısından içeriye girdiğimde, hemen takım elbiseli genç bir çocuk yanıma yaklaştı. "Hoş geldiniz," elindeki küçük siyah defteri açıp, "Esra Hanımdı öyle değil mi?" diye sorunca, başımla onayladım. Tüm masalar boştu ve hepsinin üzerinde "rezerve" yazıyordu. Garson da beni şıp diye tanıdı. Allah Allah.
"Buyrun masanız hazır." diyerek beni cam kenarındaki masalardan birine yönlendirdi. Ahşap masalar, koyu gri koltuklar, köşelerde sakcıdaki çiçekler ve bitkilerle burası muhteşem görünüyor, aynı zamanda da çok güzel kokuyordu. Biraz bitki ve biraz daha kahve çekirdeği kokusu gibi. Sağ taraftaki sandalyeyi çekip oturdum. Buradan kapı görünmüyordu ancak şahane bir manzara vardı; şehrin ışıkları, ara sıra şimşek çakan gökyüzü ve arnavut kaldırımları.
Az sonra garson karşıma bir kupa cappuccino bıraktığında, "Ben bir şey sipariş etmedim." dedim hemen.
"Beyefendi beklerken size ikramda bulunmamız için talimat vermişti."
"Çok özür dileyerek bir şey soracağım." Diyerek etrafa baktım ve garsona doğru yaklaşıp fısıldadım. "Bu beyefendi kim?"
"Anlamadım efendim."
"Ben de anlamadım işte o yüzden soruyorum. Adı ne? Kimdir? Necidir?"
Fakat bir hayli ketum olan garson çocuk, elbette beni merakta bırakmaya devam etti. "Afiyet olsun efendim." diyip gülerek uzaklaştı.
"Aman herkese tenbih etmiş, ne olacak sanki? Eninde sonunda geleceksin yani, göreceğiz birbirimizi. Bir gizemler, bir havalar..." diyip bıkkınca soludum ve başımı önüme eğdim. Benim için getirilmiş cappuccinonun üzerinde büyük bir kalbin ve onun da içinde küçük bir kalp olduğunu gördüğümde sırıttım. "Yaa deliii..."
Kahvemi içtim ve tam bir saat bekledim. Şimdi gelecek, az sonra gelecek diye diye tam bir saat bekledim ve saat yedi oldu. Zaten yedi buçukta kalkmam lazımdı ki, eve sekizde girebileyim. Ona mesaj atmayı denedim.
Öğrenci: Neden hâlâ gelmedin?
Öğrenci: Seni bekliyorum, bir cevap ver bari. Gelmeyeceksen boşuna beklemeyeyim.
Fakat hevesle girdiğim her iş gibi bu da hüsranla son buldu ve saat yedi buçuğa kadar bekledikten sonra masadan kalkıp restorandan ayrıldım. Sinirden mi, üzüntüden mi, yoksa her ikisinden mi bilmiyorum ama gözlerim dolmuştu ve şimdi berbat hissediyordum. Telefonumu çıkarıp siteye girdim ve ona son bir mesaj attıktan sonra bir taksi çevirip eve gittim.
Öğrenci: Keşke bu kadar korkak olmasaydın... Siteden çıkış yapıyorum. Burada kullandığım mail adresimi de deneme çünkü sileceğim. Sakın bir daha karşıma çıkma!
Öğrenci: Daha doğrusu yazma. Karşıma çıkmaya cesaretin yok zaten.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
666
Teen FictionPatron: Yanımdayken böyle konuşamıyordun, uzaklaşınca sana bi' cesaret geliyor galiba. Ben: Diyelim ki, yanında seninle böyle konuştum. Deli gibi kızdırdım, hiç sevmediğin şeyleri yaptım, kötü sözler söyledim. Ne yaparsın? Patron: Kendini altımda...