Isabel Larosa, eyes don't lie 🦋* * *
Tek bir cümle ile, tanıdığım - tanıdığımı sandığım insan gözlerimin önünde başka birine dönüştü.
Hep nefret ettiğim o saplantılı, sahiplenme eklerini kullanmaya başladı. Üstelik bu sadece sözde kalmadı, bunları davranışlara da döktü...
Aracın camını indirmek istedim, hemen kapıları kilitledi. Dönüp ona yan bir bakış attım, sert bakışlarıyla bana baktı ve tekrar önüne döndü.
"Hava almaya ihtiyacım var!"
Camı dört parmak kadar indirdi. Resmen kendimi aşağıya atmamdan korkuyordu. Derin nefesler almaya çalıştım ama şu durumda pek mümkün olmuyordu. Kaburgam göğsümün altına batıyormuş gibi bir sızı hissediyordum. Derin nefesler almaya çalıştıkça batıyordu. Tıpkı kaçmaya çalıştıkça bileklerime dolanan prangalar gibi.
Hayal kırıklığını size nasıl tarif edebilirim bilmiyorum. Ha... Bir keresinde, yani daha çok küçükken okulda bir tiyatro düzenlenmişti. O sahnedeki küçücük rolüm için çok çalışmıştım ve heyecanla sahneye çıkmıştım. Herkesin anne ve babası oradaydı, kızlarını, oğullarını alkışlıyorlardı ama benimkiler yoktu. Galiba o ilk hayal kırıklığımdı.
Şu an yaşadığım ise sonuncusu ama muhtemelen yaşamaya devam ettikçe, bu son olmayacak.
"Ne düşünüyorsun?" diye sordu.
Ağlamaktan yorgun düşmüş gözlerimle ona baktım. "Nereye gidiyoruz Gökhan? Beni nereye götürüyorsun?"
"Geceyi sakince geçirebileceğimiz bir yere."
"Sadece yarım saat önce birinin karnına bıçak sapladın. Nasıl böyle rahatsın?"
"O konuyu şimdi konuşmasak?"
"Ertelenecek bir konu mu? Sormam hata mı yani? Git gide daha da hayret ediyorum." İnanamaz gözlerle bakıyordum ona, ara sıra histerik nefesler veriyordum. "Ölmez değil mi?"
"Ölse üzülmem," dedi, "ama ölmez, merak etme."
Nedense Murat'ı merak etmem bile onu kızdırmış gibi hissettim. Bu başka bir kızgınlıktı, kıskançlık gibi.
"Ara lütfen, sor. Bilmek istiyorum."
"Varınca ararım," dedi. Israr etmedim, etsem de bir şeyin değişmeyeceğini hissettim.
Sadece beş dakika sonra araba sarsılarak yavaşlamaya başladı. Şehir dışında bir yere gelmiştik. İlerode tenha bir ev görünüyordu. Etraf sık ağaçlarla kaplıydı. Burası ne babasının, ne de kardeşinin eviydi.
"Benden altı ay saklanırken de bu evde miydin?" diye laf attım.
Bir şey söylemeden arabayı evin bahçesinde park etti ve kapıyı açıp aşağıya indi. Arabanın önünden dolanıp benim kapımı da açtı ve kolumdan tutarak çekip indirdi. "Yavaş olsana, ayı!" diye bağırdım, "Kendim inip yürüyebiliyorum zaten!"
Daha birkaç adım atmıştım ki, çakıl taşları ayaklarımın altını ezip acıttı. Dirseğimi çekip elinden aldım ve karanlıkta yalpalayarak da olsa yolumu bulup, evin önündeki basamakları çıkıp kapının yanında bekledim. Ağır adımlarla geliyordu, sanki beni delirtmeye ant içmişti.
Öfkem bakışlarıma yer edinmişti ancak ona bakmıyordum. Cebinden çıkardığı anahtarıyla kapının kilidini açtı ve kapıyı iterek ardına kadar açtıktan sonra durup bana baktı.
"Girecek misin?"
Öylece bir süre gözlerine baktım. Artık ondan çok daha fazla korkuyordum. Bana zarar vermeyeceği ne malumdu? Üstelik ben bu adamla yarın sabah evlenmeye mecbur muyum? Değilim. Evlenmem de zaten.
Hiçbir şey söylemedim. Artık bıkarak içeriye girdiğinde, girişte durup içeriye baktım. İçerisi de dışarısı gibi çok karanlıktı, Ay ışığı hariç hiçbir ışık yoktu. Düşündüm ve anlık bir karar vererek arkamı döndüm. Merdivenleri hızla inip, ayaklarımı acıtmasına rağmen çakıl taşlarının üzerinde koşarak bahçeden çıktım. Yalın ayak olduğum için ayaklarım fazlaca acıyacaktı, ancak ses çıkmayacaktı.
Belki dedim, belki bu defa yapabilirim. Kaderime karşı koyabilir, kendi yolumu çizebilirim. Bu yüzden tüm gücümle koştum. Kollarımı ve yüzümü sıyıran ağaç dallarını umursamadım, ne de ayaklarımın altına saplanan taşları. Sadece koştum. Bacaklarımı olabildiğince açarak ve kollarımı kullanarak. Ciğerlerim şişip de nefessiz kalana dek koştum. Üzerimdeki siyah elbisenin etekleri kalçalarımın tam altına kadar gelse de umursamadım. Ben bile önümü göremiyordum.
Sol omzumdaki askı düştü, onu kaldırırken, dirseğim bir ağacın gövdesine değerek sıyrıldı. Sessiz bir inilti savursam da, bu da beni durdurmadı. Nereye gittiğimi bilmeden, öylece apansızca koştum. Peşimde bir kurt varmışcasına, beni yakalarca parçalayacakmış gibi koştum. Ancak vücudumdaki tüm takatin çekilmesi, sadece birkaç dakika sürdü. Bugüne kadar hiç spor yapmamış, bu kadar koşmamıştım. Kondisyonum kötüydü, nefes kontrolüm yoktu. Ellerimle iri bir ağacın gövdesine tutundum ve derin nefesler almaya çalıştım. Sanki biri buzdan bir kılıçla akciğerlerini parçalıyordu. Koşmanın yanı sıra, korkunun verdiği o adrenalin bacaklarımı tir tir titretiyordu.
Bir ayak sesi duydum, korku dolu gözlerle etrafa bakındım. İstemsizce nefesimi tutmuştum ve tam şu an kül olup da göğe savrulmayı umuyordum. Daha nereden geldiğini anlayamadan belimi saran o elin sahibi beni kendine çevirdi ve belimden bastırarak beni ağacın gövdesine yasladı.
Gözlerim karanlığa alışmıştı, yüzünü görüyordum. Bana olan bakışlarının nasıl öfkeli olduğunu görebiliyordum ve şimdi her şey çok daha korkutucuydu.
"Nereye kaçıyorsun?"
"Senden uzağa!"
"Kaçamazsın!"
"Seninle evlenmek istemiyorum!"
"Evlenme o zaman ama ne onların yanına dönmene, ne de birbaşına kaçıp gitmene izin vermeyeceğim!" dedi katı bir ses ve ifadeyle.
"Sen kimsin? Bana karışamazsın tamam mı? İstediğimi yaparım!" diye bağırdım. Sesim etrafta yankılandı.
Bir anda sol elimi tuttu ve yüzük parmağımı zorla havaya kaldırıp bana gösterdi. "Yüzüğüm parmağında olduğuna göre, sence neyinim Esra?"
"Bırak!" diyerek parmağımı elinden kurtardım ve hemen yüzüğümü çıkarıp boşluğa fırlattım. "İstemiyorum! Attım nişanı, artık hiçbir şeyim değilsin!"
"Yanılıyorsun," dedi korkutucu bir soğukkanlılıkla, tıpkı Murat'a bıçağı saplarkenki o sakinliği şimdi yine üzerine giyinmişti, "bu gece karım olacaksın." dedi ve şaşkınlıkla aralanan dudaklarımı, kendi dudaklarıyla kapadı...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
666
Teen FictionPatron: Yanımdayken böyle konuşamıyordun, uzaklaşınca sana bi' cesaret geliyor galiba. Ben: Diyelim ki, yanında seninle böyle konuştum. Deli gibi kızdırdım, hiç sevmediğin şeyleri yaptım, kötü sözler söyledim. Ne yaparsın? Patron: Kendini altımda...