Supraaayz [○_●]
O kadar okunma var ama neden yıldız vermiyorsunuz bana? Alındım gücendim.
¤¤¤
Hamaktan kalktığım sırada yağmur hafiften çiselemeye başlamıştı. Islak toprak kokusunu içime çektikçe ciğerlerim resmen bayram ediyordu ancak şuan huzurlu değilim. İçeriye girmenin ne derecede doğru bir adım olduğunu bilmiyorum ama evde yalnız olmayacağımızı söylemişti.
Ahşap kapının önüne geldiğimde, durup içeriye baktım. Koridor kısım biraz karanlık görünüyordu ancak buradan bakınca bile ilerideki geniş salon gözüküyordu. Yavaşça içeriye girdim ve kapıyı kapattım. Gökhan'ı göremesem de içeriye adımlamaya başladım. Küçük bir koridorun ardından geniş ve ferah bir salona girdim. Salonun iki büyük duvarındaki pervazları beyaza boyalı iki büyük pencere sayesinde hem bahçe müthiş şekilde görünüyor, hem de içerisi çok güzel ışık alıyordu. Salon evin dış cephesi gibi yıllanmış görünüyordu. Mobilyalar neredeyse antika denilecek kadar eskiye benziyordu. Doğru ya, burası onun doğduğu evdi. Bu aklıma gelince evi biraz daha incelemeye koyuldum. Pencerelerin her birinin önünde küçük saksılar, onların içerisinde de genellikle de kaktüsler vardı. Pencerelerin hemen önünde, araya bir kişinin rahatça girebileceği mesafede koyulmuş bordo ve kahve tonlarında koltuklar vardı. Ortada geniş bir ahşap sehpa ve karşı duvarlarda da yine ahşap gömme dolaplar vardı. Koltukların yanlarındaki küçük daire şeklindeki zigon sehpaların üzerinde yine kaktüsler ve eski fotoğrafların bulunduğu çerçeveler vardı. Salonu gezerken kendimi bir anda 90'lı yıllara ışınlanmış gibi hissettim. Hatta bir gramofon ve plak seti de vardı. Özellikle takıldığım, son kullanılan plağın Levent Yüksel'in "Yeter ki, onursuz olmasın aşk" olmasıydı. Bu şarkıyı çok severim ve şuan bunu kimin dinlediğini çok merak ettim.
Sehpalardan birinin üzerindeki çerçeveyi elime alıp baktım. Siyah beyaz bir resimdi. Siyah bir takım giyinmiş ciddi bir adam vardı, onun yanında da beyaz elbise giyinmiş melek gibi bir kadın. Aslında adam Gökhan'a benziyordu ama fotoğraf çok eskiydi, belki de onun babasıydı. Kadın ise tıpkı bana benziyordu. Gözleri, ağzı, burnu, vücut yapısı bile bana benziyordu. Acaba bu kadın da annesi miydi? Öyledir herhalde.
Birden plak kendiliğinden açıldığınde, irkilerek omzumun üzerinden geriye baktım. Gökhan oradaydı. Ben ona bakınca gülümsedi ve bana doğru adımladı. "Kusura bakma, babam normalde evde olacaktı ama acil bir işi çıkmış."
"Sorun değil." diyip elimdeki çerçeveye baktım. "Bunlar annen ve baban mı?"
Hemen sağımda durdu. "Evet, düğün fotoğrafları."
"Ne kadar da yakışıyorlar. İlk bakışta düğün fotoğrafı olduğunu anlamadım. Annen çok sade giyinmiş, yani sadece ama çok güzel. Bilirsin, çoğu kadın daha abartılı şeyler tercih eder."
"Ya sen?"
"Ben de öyle, yani taş ve fırfır bana göre değil. Ama sade tül ve dantelli elbiselere bayılırım. Özellikle turuncu ve yeşil elbiselere sanırım zaafım var."
"Yeşili ben de seviyorum," diyince bir anlık göz göze geldik. Önce anlayamadım ancak sonrasında söyledikleri çok açıktı. "Bir çift yeşil gözde tutulup kaldığım için. Hatta bir tek yeşili severim, sadece bu tonunu. Gözüm başka bir renk görmez benim."
Yüzümde çok ufak, anlamlı bir tebessüm oluştu. Şuan ona bakarken gözlerimin ışıldadığına emindim.
Ah çeker gibi bir nefes alınca, "N'oldu?" diye sordum. "Ne düşündün de öyle bir ah ettin?"
Geçip üçlü koltuğun ortasına oturdu ve kollarını koltuğun tepesine yaydı. "Pazara daha dört gün var, geçmez de şimdi." dedi kışkırtıcı bir ifade ve sesle. Bakışları olacakların teminatını veriyordu.
Onu baştan aşağıya şöyle bir süzdüm. Siyah gömleğinin iki düğmesi açıktı ve hem boynuna uzanan dövme, hem de sert esmer göğsü görünüyordu. Gömlek üzerinde gerilmişti. Parlak kemeri ve altındaki kabarıklığa baktım. O beni böyle süzdükçe orası daha da büyüyordu. Bacaklarını iki yana açarak oturmuş, bana âdeta "gel" diyordu. Sık kirpikleri ağır ağır açılıp kapanırken, gözlüğün ardındaki gözleri daha da kısıldı. Göz kapağı neredeyse gözünü örtecek kadar aşağıya düşmüştü ve bu hâli beni kısa vadede öldürebilirdi.
Yavaşça adımlayıp önünde durdum. Bana şöyle bir baktı. Bakışlarıyla bedenimi âdeta yalayıp yuttu ve yutkunarak tekrar gözlerime baktı. Şuan yüzünde olan o gülümseme ve tehdit kokan bakışları dünyanın en azdırıcı şeyi olabilirdi.
"Ne kaldı ki? Sadece dört gün, ama benim merak ettiğim şey başka... Anladığım kadarıyla beni on sekiz olduğum güne kadar öpmeyeceksin, peki ya neden?"
"Prensip meselesi," dedi hemen, "seni görüp beğendiğimde on sekiz olmadığını bilmiyordum ama şuan biliyorum ve reşit olmayan bir kızla birlikte olmam. Pedofili değilim."
"Vay canına," diyerek ona biraz daha yaklaştım ve iki dizinin arasına kadar girip durdum. "Peki ya ben istiyorsam?"
Yüzündeki o ufak tebessüm bile bir anda yok oldu ve yüzü o katı hâlini aldı. Âni bir hareketle uzanıp belimden kavradı ve diğer eliyle sol dizimin arkasından bastırarak beni kendine çekti. Bir nefeste kendimi kucağında otururken bulunca nefesim kesildi ve ağzım açık hâlde gözlerine baktım. Belimdeki elini biraz daha bastırdı ve dudaklarımız biraz daha birbirine yaklaştı...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
666
Teen FictionPatron: Yanımdayken böyle konuşamıyordun, uzaklaşınca sana bi' cesaret geliyor galiba. Ben: Diyelim ki, yanında seninle böyle konuştum. Deli gibi kızdırdım, hiç sevmediğin şeyleri yaptım, kötü sözler söyledim. Ne yaparsın? Patron: Kendini altımda...