Aniden yatağımdan kalktım. Sabahın çok erken saatleriydi ve herkes uyuyordu. Beni aniden kaldıran şey ise şifre hakkında bir ip ucu bulmamdı. İçimdeki ses fabrikaya gitmem gerektiğini söylüyor çünkü oradaki günlüğümü okumam gerektiğini hissediyordum. Bir dakika durdum. Benim bir günlüğüm mü vardı? Şaşkınlıkla duraksadığım da aralık olan kapıda bir gölge gördüm. Kim var orada diye seslendiğimde gölge yok olmuştu. Yataktan kalkıp odadan dışarı şıktım ve yavaşça yürümeye başladım. Kendimi evin hiç gitmediğim bir kısmında buldum. Kırmızı kapılı bir oda vardı. İçeri girdim. İçeri girer girmez başıma derin bir ağrı girmiş bir dakika boyunca gözlerim kapalı ağrının geçmesini beklemiştim. Gözlerimi yeniden açtığımda fabrikada olduğumu gördüm. Şaşkınlıkla etrafıma bakarken Martin tam karşımda dikiliyordu. Yüzünde alayı bir sırıtma varken
"Evine hoşgeldin John."
dedi. Ne olduğunu hala anlamamıştım. Benim burada ne işim vardı? Martin bu sorumu duymuşçasına
"Demek artık boyutlarda sıçraya biliyorsun ama anladığım kadarıyla bunun ne demek olduğunu bile bilmiyorsun."
Ona şaşkınlıkla bakmayı sürdürürken
"Üç güneş aslında üç ayrı boyutun bir simgesi. Bir gerçek dünya iki fabrika ve üç burası... Burası fabrikanın bir benzeri. Anılarını sakladığın o alan. "
Etrafıma yeniden bakarken bu sefer Martin burada ne yaptığını sorguluyordum. Sanki bunu duymuştu.
"Sana bunu vermeye geldim."
deyip elindeki siyah defteri bana uzattı. Defteri aldığım sırada
"Otursana."
dedi. Etrafıma baktığımda yanımda duran sandalyeyi gördüm. Bu daha önce burada yoktu dedim kendime ama daha fazlada sorgulamadım. Oturdum ve defteri okumaya başladım.
"Sevgili ben,
Bu defter günah çıkarma yerinden farksız. Boşuna demiyorsun kara kaplı simsiyah defter lakin sen benim kalbimin adeta bir yansımasısın. Hüzünlü bir yara; bağıramadığım çığlıklarım. Kaybolmuş bir aşkın yüküsün. Ölen umutların ise son sözleri... Tanıdık geldi değil mi? Ama daha çok tekrarlanmış gibi... Zihnimiz dağlarla çevrili bir alandır ve biz ne zaman ona seslensek yankı olur. Aynı şeyleri tekrar ve tekrar duyarız... Bir cevap arıyorsun. Bir şifre... Tüm bu tekrarlamanın nedenini... Sana söyleyeyim tüm bu isimler, mekanlar ve sözler; senin o dağların zirvesine çıkıp kendine bağırmanın yankıları. Eğer sana bir şifre olmadığını söylersem bana inanır mısın? Bu tıpkı bana tek kelime ile kendini anlat soru gibi. Eğer sana kimsin sen diye sorarsam bana ne cevap verirsin? Söylesene John nasıl bir his? Kaçmak, kaybolmak. Unutmak. Tüm o kötü anıları unutmak... Söylesene zihninde yarattığın o boşlukta boğulabildi mi tüm kötü düşünceler... Yoksa yine mi kendine yakalandın? Sevdin mi yeni evini? Yoksa mezara gömüldüğünü mü fark ettin? Şeytanlara her zamankinden daha yakınsın. Başa çıkabiliyor musun? Merak ediyorum hala sesleri duyabiliyor musun? Şu an kimsin John? Nasıl uyandın o yataktan? Ne olarak kalktın? Ve tüm sıfatlarını kaybettiğinde... Başkan, Profesör, baba... Sana ne kaldı? Uyanmadan önceki halinde ne görüyorsun? Kendi hayali ülkende yaşıyorsun. Ya şu anda tek gerçekliğinin hayal kelimesi olduğunu söylersem bana ne cevap verirdin? Hala o yatakta olmadığını nereden biliyorsun? Ve şimdi eski bilmiş haline soruyorsundur. Ne kadar acı çektiğini dillendiriyorsundur. Sana şunu söyleyebilirim ki acı nedir ya da ne değildir bilmiyorum ama içimdeki boşluğun bir tarifi yok. Gerçekten evde olmak nasıl bir his? Güne hayallere dalıp başlamamak ve aynı şekilde günü sonlandırmamak... Üç şeyin vardı. Tıpkı sana sıraladığım bu üç sıfat gibi. Hayal ,parçalanmış bir defter ve camdan dışarı baktığında gördüğün o yıldız. Hep bir yuva aradın sığınacak bir yer. Hiç kimsen yoktu ve bir gün canına tak ettiğinde dünyaya sığamadın ve o yıldıza bakıp sen benim evimsin ve sevdiğim tüm her şeyle berabersin dedin. Şimdi buradasın... O hayale o kadar çok inandın ki artık gerçek oldu. Kendi boyutunda yaşıyor ve tüm insanlığın hayranlıkla izlediği bu zamanda senin için bir zaman kavramı yok. Bu yüzden burada kimse yaşlanmaz. Burası tıpkı güneşin doğuşu ve batışını aynı anda izlemek gibi. Kendi zihin dünyanda yaşıyorsun. Belki de kendini tek ait hissettiğin o yerde... Ve sana deli diyen tüm o insanlığa da bunu yaşatıyorsun... Bundan daha iyi bir intikam olamazdı... Hepimiz aslında Profesör gibiyiz. Kendi dünyamızın en bilge kişisi ama kendinden bir o kadar habersiz... Başkanız. Gücü yönetebildiğimizi düşünür onu elde etmek isteriz ama kabul edelim hepimiz yapbozun o eksik parçasından kaybederiz o kısmından vuruluruz. Hepimiz sevginin bir şekilde tanımını ararız sanırım seninki de baba... Burada kendinle savaştasın. Karşılaştığın her bir karakter senin bir parçan. Yeniden merhaba... Tüm hayali kişiliklerim tüm bekleyişlerim Kendimi çok yorgun ve yalnız hissediyorum. Öyle bir çaresizim ki öyle müthiş öyle güzel... Hayatta tek olmanın yükünü hayalleri ile örtmüş hayalleri ile büyümüş hayalleri ile kalkmış onlarla beraber ağlamış biri olarak çaresizim... Her o kabustan uyanmak istediğinde başka bir parçası ile karşılaşan çaresiz bu adam ancak kendi yapbozunu tamamlayıp bütününü gördüğünde aslında o yataktan cidden kalkmış olacak. Kendine karşı çırılçıplak olduğun şu zamanlardan yazıyorum sana. Bir gerçek doğuyor tüm kendine söylediğim yalanlara karşı. Doksan Dokuz'un doğumuna az kaldı. Gerçekle yüz yüze olduğum şu sıra beklenilen sonu görebiliyorum. Sana demiştim burada bir zaman kavramı yok. İstediğine ulaşabilir ve eğer gerçekten görmek istersen görebilirsin ama soru şu; gerçekten istiyor musun? Ne gördüğümü mü soruyorsun John yoksa şu an kim olduğunu mu? Neyi sevip sevmediğinı mi? Neyden nefret ettiğini mi? Nelerden vazgeçtiğini mi? Kime aşık olduğunu mu? Ne kadar öfkeli olduğunu mu?Ben kim miyim John? Bir kelime değilim. Başkan, Profesör... Bir sıfat hiç değilim. Güçlü, zeki, mükemmel... Sadece bir nefessin ve bunu da bilemezsin çünkü balığa nefes almanın ne olduğunu anlatamazsın...Doksan Dokuz? Peki ya o? Esor ya da Rose... Tıpkı o da senin gibi parçalanıyor. Onu neden en derinde bir hücrede sakladın? Çünkü o senin yüzleşemediğin tarafındı. Saklamak istediğin gerçekliğin... Umudun, umutsuzluğun... Gücün, zayıflığın... O senin içindeki tüm zıtlığın. Bir cinsiyeti yok bir kalıbı yok bir ismi yok. O senin dünyandaki bir simgen. Ve ne düşündüysen ne hissettiysen sana getirecek. Ve üzgünüm John o da bir hayal... Sen bu dünyayı zihninden temizleyip fabrikayı kapattığında o da gitmiş olacak. O da yaşamak istese de bir o kadar ölmek istiyor... Çünkü o da yuvasını arıyor... Onun yuvası gerçek dünya değil, senin zihnin . Bu yüzden buranın havası onu zehirliyor bu yüzden bu kadar sessiz çünkü diğerleriyle aynı dili konuşmuyor. Ondan vazgeçebilecek misin? Ve hazırlıklı ol, o da uyanacak ve kırmızı kraliçeye dönüşecek. Terimlerim çok mu komik? Çocukken okuduğun kitapların burada bir hayatı var. Her insan bir dünyadır çünkü her insanın keşfedilmemiş yerleri bilinmemiş yaşayan türleri ve onu katleden düşünceleri yaşatıp büyütür... Şimdi sana soruyorum. Dünya gerçekten kötü bir yer mi? Yoksa insanın iyi ve kötü arasında durduğu bir sınır çizgisi mi?"
Titreyen ellerimin arasından defter yere düştü. Donup kalmıştım. Gözlerimden akan sıcak kan damlaları donmuş bedenimi harekete geçirmeye çalışıyor ama başaramıyordu. Çığlık atmak istedim. Bağırmak ama yapamadım. Kendimden kaçarken kendime hiç böylesine yakalandığımı fark edememiştim. Kendi dünyamda bile en değer verdiğim şeyleri kaybediyordum. Ben bunları düşünürken gözümden akan kan damlaları bir dereye dönüşmüştü. Kendimi halsiz hissetmeye başlamış oturamaz olmuş ve oturduğum yerden yere düşmüştüm. İşte o zaman sessizliğimi bozup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Yeri yumruklamaya başladığımda Martin yanıma geldi ve bana sıkıca sarılıp,
"Lütfen dur artık"
dedi. Yüzüne baktığımda gözlerinin dolmuş olduğunu fark ettim. Titrek bir sesle
"Anlamıyorsun Martin ondan vazgeçemem..."
dedim ve kendimi iyice saldım. Martin iki omzumdan tutarak beni sarstı. Yüzünde ciddi bir ifade varken:
"Şimdi beni dikkatlice dinle. O yazdığın lanet şeylerin hepsini okudum ve yazılan şeyleri düşünmediğim bir gün bile yok ama sana şunu söyleyeyim John, sana hayranım. Senin gibi biriyle arkadaşlık ettiğim için kendimle gurur duyuyorum. Eğer kendime inansaydım ya da yaşadığım şeyleri bahane etmeseydim belki de ben de kendi dünyamda yaşardım bir başkasınınkinde değil. Ne kadar cesursun... Kendi zayıflıklarını yüzüne söyleyebiliyor onlarla yüz yüze yaşayabiliyorsun. Dünya sana bir yuva sunmayınca sen onu yuvana taşıdın. Bunun anlamını fark edemiyor musun? Senden tek bir şey istiyorum. Sana bu yuvayı inşaat ettiren inancını, o zaman makinasını yapmanı sağlayan o inancını koruyup Doksan Dokuz'un gerçek hayatta bulacağını inanmanı istiyorum. Neverland'i bulmuşsun John... Peter Pan nerede diye ağlıyorsun. Ve sana teşekkür ederim evsiz olan bu adamı evinde misafir edip ona bir yuva verdiğin için..."
dedi. Bu sözleri beni rahatlamış sakinleşmemi sağlamıştı. Beraber doğrulup yan yana gelecek vaziyette sırtlarımız duvara yasladık. Martin cebinden bir sigara paketi çıkarıp bir sigara yaktı. Sonra paketi bana uzattı. Paketi alıp bir sigara yaktım ve tüm zehirli dumanı ciğerlerime doldurduğumda ona sordum.
"Söylesene Martin gerçekten burada kalmak ister miydin?
Güldü. Burayı sevdiğini biliyordum. Yüzündeki tebessümle
"Bu dünyanın işleyiş şeklini seviyorum. Hiç kimse maske takamıyor. Herkesin tüm çirkinlikleri derinlerine gömdükleri o sorunlu eksik kişilikleri hepsi gün yüzünde. Zaten bu yüzden olacak ki fabrika yerin altına gömülü bir mezar. Öncelikle dostum, kendimizi diri diri gömdüğümüz bu mezardan kalkalım."
dedi. Ona bakım gülümsedim ve yeniden sordum.
"Tüm bunlar bittiğinde sence ne olacak? Yani dünya normal haline geri döndüğü zaman?"
"Belki bir kitap yazar ve zengin olursun. Hatta parayı yarı yarıya kırışabiliriz."
İkimizde bir kahkaha attığımızda Martin devam etti.
"Tabi umarım para seni bozmaz ve benim payımı verirsin."
Gülmeye devam ettik.
"Sence bunu yapacak kadar sorunlu bir kişilik miyim?
"Zihin dünyana bakacak olursam normal biri olduğunu söyleyemem. Hatta kafayı sıyırmışsın. Delisin ama bilirsin bunun iki olasılığı var . Ya tüm akıllıların içindeki delisin ya da tüm delilerin arasındaki akıllı ama ne fark eder John. Kendi gerçekliğini tüm dünyaya yansıtmışsın."
Durup düşündüm ve istemsizce "Yaşayan Hikaye" diye fısıldadım. İnsanlar her şeyin temelini bir kelime grubuna iyice sıkıştırmayı öğrenebildikleri zaman bir formülün ne anlama geldiğini öğrenebilir... Şimdi anlıyorum... Dalgınlığım Martin'in aniden bağırmasıyla son buldu.
"Martin ve John tek başlarına tüm dünyaya meydan okuyan iki çılgın bilim insanı!

ŞİMDİ OKUDUĞUN
99
Misteri / ThrillerProfesör Doktor Robert GREEN bir fizik mühendisidir. Kan kanseri olan sevgilisi Penny'nin hastane masraflarını karşılaya bilmek için bir görevi kabul eder. Basit gibi görünen bu görev bir öğrenciyi izlemektir ama işler hiç de sandığı gibi gitmeme...