Herkes uyurken kendimi gerçek dünyanın sokaklarına atmış yıldızları seyrederek yürüyordum. Aranan bir kişi olarak böyle bir şey yapmam benim için tehlikeli olsa da bunu umursamadan sadece yürüyordum. Nede olsa ben kayıptım. Yolunu o yıldızı arayarak geçiren dünyadan kendini soyutlamış bir kişiliktim. Beni yakalayamazlardı çünkü ben çoktan aralarından ayrılmıştım. Tek yandaşım sigara dumanıydı. Sokakta yanımdan öylece geçen tüm bu insanlar için kaybolan bir dumandan öteye geçmiyordum. Hiç kimsenin beni fark etmediği şu sıra ben o yıldızı sonunda bulmuştum. Tek başına tüm parlaklığıyla bana selam verirken o piyano sesini tekrardan duydum. Bu beni endişelendirdi. Zihnimden mi geliyordu? Yoksa başka bir yerden mi? Tedirginlikle etrafıma bakmayı sürdürdüm. Kendi çevremde daireler atarak ilerliyordum ki sesin lüks bir restorandan geldiğini fark ettim. Bu da ne demekti? Biri mi çalıyordu yoksa restoranda verilen öylece bir ses miydi? Birkaç dakika restoranın camından çalan birisi varsa onu görmeyi umarak bakmaya başladım ama hiçbir şey yoktu. Başka şansım yoktu içeri girmem gerekiyordu ama ya beni fark ederlerse? Fabrika peşimi bırakmazdı. Yutkunarak içeri girdim. İçimdeki tedirginliğin nefes alış verişlerime yansıması eşliğinde en ücra masaya gidip oturdum. Tahmin ettiğimden daha lüks bir mekandı. İçerideki tüm bayanların üzerindeki en pahalı mücevherler salonun ışıklarını yansıtıyordu. En pahalı içkilerin bulunduğu kadeh sesleri arasında sahte kahkahalar yankılanırken takım elbiselerine iliştirilmiş sahte çiçekler kadar yapmacık bir ortam çevreyi sarmıştı. Etrafa bakmayı sürdürüp piyanisti ararken Penny'i gördüm. Mike ile karşılıklı oturuyorlardı. Gözlerindeki mutluluk paha biçilemezken masasının üstündeki yüzük kutusunu gördüm. Anlaşılan Mike, Penny'e evlenme teklif etmişti. Ne hissedeceğimi bilmiyordum ya da hissetmem gereken bir şey var mıydı? Buraya ait değildim. O sevgiye de... Öyleyse neden buradaydım? Masadan kalkıp yanlarına gittim. Böyle bir anı mahvetmek için mi? Hayır... Ben zaten burada görünmezdim. Eğilip gözlerine baktım. Bir an durdu o da bana baktı. Gözlerindeki boşluğu görebiliyordum. Birbirimize odaklanmışken Mike:
"Ne düşünüyorsun? Dalıp gittin."
Penny kendini toparlamaya çalışıp
"Bilmiyorum ama içime birden bir ağırlık doldu.
dedi. Mike biraz endişeli bir şekilde
"Eve gitmek ister misin?"
"Hayır... Hayır... İyiyim. Sanırım biraz içkiyi kaçırdım."
Yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirdi ama içine yerleşen bu ağırlık onu halsizleştiriyordu. Ayağa kalkıp sağ kulağına doğru eğildim ve ona aldığım küpeyi gördüm. Hafifçe güldüm ve ona fısıldadım.
"Ne yaparsan yap Penny. İstersen çok sev, istersen çok sevil. Mutlu ol, hatta her şey on üzerinden on olsun senin için, ama şunu unutma. Benim sana olan tüm hislerim on birdi. Ve o eksi bir, tıpkı sana aldığım küpe gibi ruhunda asılı kalacak."
Doğrulduğumda sanki tüm dediğim her şeyi duymuşcasına gözleri dolmuştu. Tekrardan yerime geçip oturdum ve ona doğru bakmayı sürdürdüm. O da bana doğru bakıyordu. Mike Penny'ye tekrardan seslendi.
"Penny?"
Penny kendini toparlayıp Mike'a doğru döndü.
"Belki de eve gitmeliyiz."
Yavaşça toparlanıp ayağa kalktılar. Kapıya doğru ilerlerken Penny son kez bana baktı. Ya da onun için olan o boşluğa. Tekrardan piyanisti aramaya başladım. Sonunda gözlerim ona kavuşmuştu. Kırmızı elbiseli bir kadındı. Sırtı bana dönük olduğu için yüzünü seçemiyordum ama bana çok tanıdık gelmişti. Belki de çaldığı parça yüzündendi. Tüm dikkatimi ona vermişken birisinin bana seslenmesi ile kendime gelmiştim. Sesin geldiği yöne doğru kafamı çevirdiğimde gelenin Doksan Dokuz olduğunu fark ettim. Ben şaşkınlıkla ona bakarken o:
![](https://img.wattpad.com/cover/91295235-288-k555229.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
99
Mystery / ThrillerProfesör Doktor Robert GREEN bir fizik mühendisidir. Kan kanseri olan sevgilisi Penny'nin hastane masraflarını karşılaya bilmek için bir görevi kabul eder. Basit gibi görünen bu görev bir öğrenciyi izlemektir ama işler hiç de sandığı gibi gitmeme...