"Tüm yaşanmışlıklar hala ilk günkü gibi taze birer acı olarak kalmıştı içimde. Her an tekrarlanacakmış gibi acıyor kalbim. Bazen unutmak istiyorum, bazense değil unutmak, aklımdan çıkarmak dahi istemiyorum. Bana bu kadar güzel ve acı verici anıları bırakıp gittiğin için teşekkür ederim, sevgilim..."
-
"Okumuşsun." dedim güçlükle. "Okumuşsun, peki neden söylemedin?"
"Çünkü bana güvenmiyordun." dedi, kelimeleri bir araya getirirken zorlanıyor gibi bir hali vardı.
"Hala güvenmiyorum." çıktı aniden dudaklarımın arasından.
Göz bebeklerinden geçen saniyelik, hatta belki saliselik hayal kırıklığını yüreğimin tam orta yerinde hissetmiştim. Bana olan bakışı, o gün gitmeden önceki son bakışıydı. Dolu ve kıpkırmızı gözleriyle bana bakıyordu. Bir zamanlar ağladığım o omuzlar şimdi çökmüş, adeta yalnızlığını haykırıyordu. Bu haline dayanamıyor oluşum büyük bir gerçekti. Artık gitmem gerekiyordu. Ona döndüm.
"Gidiyorum, hoşça kal." arkamı dönüp yürümeye devam ettim.-
(Can'dan;)
Bu sefer sırtını dönen o olmuştu. O giderken gözüm yerde parlayan kolyeye takıldı. Kolyeyi elime aldım. Ucundaki şey, bir yüzüktü. Sanem'in kırdığı ay taşından yaptığım, ona evlenme teklifi ettiğim yüzük. O, yüzüğü çıkarmıştı ama öylesine bir köşeye atmamıştı. Bir zincire geçirip boynuna takıyor, tam kalbinin üstünde taşıyordu. Onca yaşanmışlığı, benim yanlışlarım yüzünden bir kenara atmak yerine hala hissediyordu. Hepsini tek tek anıyor, hissediyordu belki de. Özlüyordu, benim gibi...
-
Ceycey beni bir an olsun yalnız bırakmamıştı, üstelik Zebercet de onunla beraber yanımdaydı. Ayhan ve Güliz'in gidişinden sonra ikisi de bunları kolayca atlatmışlardı. Bu bana inanılmaz geliyordu ama belki de benim atlatamamamın en büyük sebebi aramızdaki bağın sevgililikten ötesi olmasıydı. Bahçede çaylarımızı yudumlarken Muzaffer her zamanki gibi kendini tutamadı. "Can bey biraderim gelmiş, iyi miymiş?" Adını duyduğum an bile tüm vücudum kasılmıştı. Ne kadar zaman geçerse geçsin bile bunu engelleyemiyordum. "Evet, geldi." diyebildim sadece. Zaten Muzaffer de Ceycey'in dürtmesiyle susmuştu.
Çalan telefonumun ekranına baktım. Annem arıyordu. Sanırım o da beni özlemişti ve beni eve çağırmak için arıyordu. Telefonla konuştuktan sonra Ceycey ve Muzaffer ile beraber mahalleye, eve gittik. Annem her zamanki gibi şahane bir masa hazırlamıştı. Ablamın evlenip gitmesinin üzerine ben de yazar olup ayrı eve çıkmaya karar verince onları evde yalnızlığa terk etmiştim. Bunun vicdan azabını çekiyordum ama her şeyi onları düşündüğüm için yapmıştım. Benim dağılmış halime şahit olurlarsa çok üzüleceklerdi. Ne olursa olsun üzülüyorlardı ama bu şekilde biraz olsun daha az üzülüyorlardı.-
Eve geldikten sonra aldığım ılık duş beni günün yorgunluğundan arındırmış ve biraz olsun rahatlatmıştı. Defterimi alıp yatağa uzandım. Yeni romanımı yazmaya başlamıştım. Aslında basılması için yazmıyorum, içimdekileri kağıda döküyorum ama yayınevi okunmaya değer gördüğü için basıyordu. Belki "Zümrüdüanka ile Albatros" kitabımın devamı olacaktı, belki de ondan tamamıyla bağımsız, Can ile yeni başlangıçlarımızı döktüğüm bir kitap olacaktı. Bunu zaman gösterecekti.
Can'ın bana veda hediyesi olarak aldığı kalemi alıp defterime yazmaya başladım. Aslında fark etmeden onun dediğini yapıyordum. Yazmayı bırakmıyordum, hayallerimi de...
Elimi boynuma götürdüm. Aradığım şey yoktu. Kolyem, yüzüğüm, ondan kalan en önemli şey... Bana biraz olsun güç veren şey oydu. Kalbimin üzerinde taşıyordum. Nerede düşürmüştüm, nasıl düşürmüştüm? Sabaha kadar düşürdüğüm yerden kaybolurdu. Dışarıya çıkıp başka birinin eline geçmeden önce bulmalıydım. Üstümü değiştirdikten sonra dışarıya çıktım. Aynı yere, sahile tekrardan gelmiştim. Etrafta üç beş kişiden başka kimse yoktu. Yerlere baka baka bayağı yol kat etmiştim. Ama kolyeyi bulamıyordum. Banka oturdum. Bir süre denizi izledikten sonra, bir teknenin içinden gelen ışığı gördüm. "Belki yüzüğü görmüşlerdir, almışlardır." diye düşünerek tekneye doğru ilerledim. Teknenin hizasına gelince, içeridekilere seslendim. "Kimse yo... Kimse var mı?" Gölgesi kendisinden önce yaklaşıyordu. Bu siluet çok tanıdıktı. Tam karşımda duruyordu. Bu kadar tesadüf bana fazlaydı. Bütün bunlar gerçekten tesadüf müydü, yoksa kader bizi yeniden bir araya getirmeye mi çalışıyordu?
Kolyeyi zincirinden tutarak elinde salladı.
"Bunu arıyordun sanırım."
"Evet, kaybettiğimi düşünmüştüm."
"Benimle barışmak için başka bir yol bulamadın değil mi?" Duyunca gözlerim istemsizce büyümüştü. Nasıl düşünebilirdi böyle bir şeyi?
"Ben.. Hayır, alakası bile yok. Nasıl oldu bilmiyorum, düşmüş bir şekilde. Ayrıca ben sana hesap vermek zorunda değilim. Kolyeyi ver, gideyim artık."
Hasret kaldığım o gülüşünü sunuyordu bana. Muzip bir gülüş bile olsa, çok özlediğim doğruydu. Aklıma gelen söz durgunlaşmama neden olmuştu. "Ben istiyorum ki, sadece bana gül."
"Otursana." dedi. Burada onunla kalmak başta pek iyi bir fikir olarak gelmese de, kalbimin sesini dinleyip oturdum. Koltuğun arasına sıkışmış, sadece bir kısmı görünen kağıt parçası dikkatimi çekmişti. Can'a fark ettirmeden almalıyım, çünkü ne olduğunu merak ediyordum. "Bana su getirebilir misin?" dedim. Kalkıp içeriye gittiği anda kağıdı aldım. Biraz buruşmuş bir kağıttı. Bir defterden koparıldığı bariz belliydi. Yazan yazıyı okumak için kağıdın arkasını çevirdim.
"Yüzyıllık uykusundan bir öpücükle uyanan ve Albatros'unu arayan bir prenses miyim? Yoksa kötü krala gönlünü kaptıran aptal kız mı? Peki, tatlı gülüşünün altında karanlık, tehlikeli ve kalp kıran o kötü kral bu masalın neresinde?"
Bu satırlar bana aitti. Ona aşık olduğumu ilk kez tamamıyla fark ettiğim gün yazmıştım. Ama kağıdın en altında yazan cümle bana ait değildi. Sonradan yazılmış olduğu aşikardı.
"O kötü kral senin masalının en içinde, kalbinde..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zümrüdüanka ile Albatros
Fanfictionİki insanın bir araya gelmesi o kadar çok şeyi anlatır ki. Mesela bir insana malını verebilirsin, mülkünü, paranı ve hatta bedenini bile. Mühim olan nedir? Mühim olan bütün bunlar bir yana; kalbini verebilmektir, aşkını verebilmektir. Verdiğin beden...