Ilık bir İstanbul gecesiydi; hani şu rüzgârın denizden sakin estiği, küçük ürpermelere neden olmasına rağmen bunu umursamadığın aksine tadını çıkardığın gecelerden biri. Mayıs ayını İstanbul'dan başka hiçbir kentte böylesine sevmiyordu genç adam. Ona göre bu yaşlı şehre her mevsim ayrı yakışıyordu. Sadece mevsimler değil, her anı büyüleyiciydi.İstanbul'un günü ayrı güzeldi, gecesi ise daha güzel. Dünya da sayılı manzaralardan biriydi Yiğit'e göre. Bir ressamın paletindeki bin bir tonuyla denizi sarmış tepeler,tam ortasında boğaz, boğazın kafasında ışıklı parti şapkası gibi duran köprü... Yüzünü dört bir yanda gezdirirken bu şehrin her yüzünü gördü Yiğit; eski, yeni, güzel,çirkin... Hepsi bir ara da ayrı ayrı güzel ama hepsi İstanbul diye düşündü Mehmet beyi beklerken. Geç kalmak pek huyu değildi ihtiyarın ama bugün biraz bekletmişti.O da bu vakti otelin önündeki denize nazır kafeteryasında bekleyerek geçirmeye karar vermişti. O İstanbul'u izlerken karşı masadakiler de onu izliyordu. Gençliğinin zirvesinde, uzun boylu, eli yüzü düzgün bir adamdı Yiğit. Siyah dalgalı saçları denizden gelen hafif esintiyle havalanıyor, onları düzeltmek için kendini yormayan Yiğit'i daha çekici kılıyordu. Etrafındakilerin dikkatini çeken bu değildi aslında. O kadar kendinden emin bir duruşu vardı ki, bir o kadar mesafeli. Hanibazı insanların cismi girmeden ortama ismi girer ya... Onlardan. Hâlbuki içinde büyük fırtınalar, ardı arkası gelmeyen hezeyanlar, göğsünün tam ortasında bir boşluk, ait olamama, hiçbir yere sığamama hissiyatı vardı. Kimse bilmiyordu bu duygular büyütmüştü onu, ruhunu yaşlandırmıştı. "Senin bir tek bu yanını sevmiyorum İstanbul" dedi usulca. "Bu kadar hayranken hem de. İkimizde tükendik,belki bitirildik. Yalnızız yapayalnız! Sağımız solumuz önümüz arkamız hep sobe!"Derken bir eli omzunda hissetti.
Nihayet Mehmet Bey teşrif etmişti, tam zamanında. Her zamanki gibi onu bir buhrandan daha çekip almıştı.
Mehmet Beyle iş toplantıları sayesinde arkadaş olmuştu. Kimsenin onu fark etmediği, Yiğit Günaç değil de Akif Günaç'ın oğlu olarak tanındığı, tek başına gelip tek başına gittiği toplantılarda tanımıştı onu. Oysaki Yiğit tüm eğitim hayatını babasından bağımsız kendi tırnaklarıyla kuracağı işini planlayarak geçirmişti.Kendi çabaları biraz da baba desteğiyle kurduğu şirketinde tam işleri yoluna sokmuştu ki babasının acı haberiyle yıkılmıştı. Çocukluğundan beri kaçtığı mutlak kaderi onu bir şekilde yakalamış, babasının işini de yüklenmek zorunda bırakmıştı. Kimse babasından devraldığı bu işleri yürütebileceğine inanmıyordu.Yiğit'in babası Akif Günaç, piyasada tanınan, saygı duyulan bir iş adamıydı.Çok hırslıydı, sert hareketleriyle tanınmıştı. Herkes için iyi bir müttefik, aynı zamanda da dişli bir rakipti. Ta ki o elim kazayı geçirene kadar... Kardeşiyle beraber kulüp sınırları dışında at binmeye çıkmışlar, burada attan düşerek saatlerce yardım beklemişlerdi. Amcasının şarjı bitmiş, babası zaten telefon kullanmayı oldum olası sevmemiş, telefonunu arabada bırakmıştı. Yardım ulaştığında artık çok geçti. Akif Günaç attan kafa üstü düşmüştü ve çok ağır yaralanmıştı. Geç müdahale edilmesi olayı daha trajik hale getirmişti. Tüm müdahalelere rağmen makineye bağlı yaşamaktan başka çaresi kalmamıştı. Müttefikler üzülmüş,rakipler ise bıyık altından gülmüşlerdi. Oğlu ciddiye alınacak bir rakip olamazdı. Onun yaşındaki her gencin yapacağı şeyi düşündüler; iki üç gözüküp o parayı sağda solda yiyecekti genç adam. En iyisi ortak iş yapmamak, bir rakibin daha ortadan sessizce doğal süreçle kaybolduğunu izlemekti. Mehmet Bey aynı fikirde değildi, onun babasından çok farklı olduğunu daha ilk bakışta anladı.Mağrur duruşu, kararlı bakışları vardı. Kızıyla yaşları yakındı, zamane gençlerinin nasıl olduğunu gayet iyi biliyordu ve Yiğit asla yaşının adamı değildi. Karşısında toy bir delikanlıdan çok, akıllı bir adam duruyordu. Sadece ne yapması gerektiğini bilmiyordu. İhtiyar, öngörüşlüydü, bu tecrübesiz genç öyle yâda böyle herkesi geçecekti. Mehmet Beyin güzel yanlarından biri de bana ne diyemiyordu, bu çocuğa yardım edecekti. Hem gençlerle olmak ona enerji veriyordu. Yaşıtlarının yarısı ya oram buram ağrıyor diyerek sızlanıyordu ya da oraya gittim bunu götürdüm diye hava atıyordu. Gençlik öyle değildi; her an yeni bir hareket, yeni bir hikâye. Böyle başlamıştı arkadaşlıkları, birbirini tanıdıkça daha çok bağlanmışlardı birbirlerine. Yiğit babasından hayatı boyunca görmediği ilgiyi sevgiyi Mehmet beyden görmüş, ne dediyse yapmış yıllar sürecek ilerlemesini çok kısa sürede gerçekleştirmişti. Mehmet Bey ise Yiğit'in kalbindeki boşluğu hemen fark etmiş, evladına düşkün bir baba olarak onu daha çok sarmış sarmalamış, sahip çıkmıştı. Bugün sıra bende diye düşündü Yiğit.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MİLAT
RomanceYolunu kaybetmiş iki kırık kalp; biri kendini arıyor. Diğeri kendi gerçekliğini... Önlerinde iki seçenek var; ya kendi karanlıklarında sessiz çığlıklarla kaybolup gidecekler ya da ruhlarını özgür bırakıp aşka teslim olacaklar. Kim bilir belki de bir...