Birinci Bölüm
1965 yılının yazıydı. Tabi ben o zamanlar sekiz yaşındayım. Sinop'un dikmen ilçesine bağlı Sarayköy köyün de dedemin iki odalı evinde yaşıyorduk. Odalardan birinde; ben, annem, babam ve yeni doğmuş kardeşim Nevzat, diğer odada da; dedem, babaannem, benimle fazla yaş farkı olmayan iki halam ve yirmili yaşlardaki amcam kalıyordu. İki at, bir tay, dört inek, bir öküz ve bir de yaşlı eşeğimizin olduğu ağırımızın üzerindeydi bu ev. Ev dediğime bakmayın, tamamen ahşaptan yapılmış; elektriksiz ve susuz bir baraka. Dokuz kişi yaşadığımız bu baraka şimdiki 2+1 evlerden çok daha küçük. Dedemlerin odasının dışında penceresi olmayan bir cezaeviydi sanki burası.
Evin; dış kapısından içeri girildiğinde; solda bizim odamız, sağda dedemlerin odası, hemen karşıda ise tuvalet ve banyoluk vardı. Ahşap oda duvarlarının arasından soğuk girmesin diye; su, toprak ve saman karışımının, ayaklarla ezilmesi sonucunda elde edilen sözüm ona çimentoyla ahşapların arası sıvanmıştı.
İki odamızda da ayrı ayrı ocak vardı. Bu ocaklar elimiz, ayağımızdı. Odaları ısıtmanın dışında çok daha fazla işe yararlardı. Yemeğimizi pişirir, çamaşır ve bulaşık yıkama sularını bu ocaklarda ısıtırdık. Bizim odamızın köşesinde; benim yer yatağım ve yeni doğmuş kardeşim Nevzat'ın beşiği, diğer köşede ise annemlerin yatağı vardı. Dedemin odasının bizim odamızdan tek farkı biraz daha büyük olmasıydı. Heee, unutmadan bir de pencere. Aslında pencereyle hiç alakası yok. İki karışa iki karış bir boşluk. Dedem; soğuk havalarda pencerenin hemen altına koyduğu takozu bu boşluğa sıkıştırır, soğuk havanın içeri girmesini engellerdi.
Evin zemini çamur ile sıvanamadığı için altımızdaki ahırın kokusu evimizin içindeydi. Biz bu kokuya alıştığımız için burnumuza gelmezdi ama şehirliler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. O dönemde İstanbul'dan gelen akrabamızın küçük kızı, evimizde uzun süre duramamış, anne ve babasına,
- Bu evden gidelim. Bok gibi kokuyor!
demişti. Biz insanların burunlarının bile hafızası olması ve sürekli aldıkları kokulara bir süre sonra alışmaları olağanüstü bir şey. Bende uzunca bir süre bu evden uzak kaldıktan sonra eve geri geldiğimde kızın haklı olduğunu anlamıştım. Aslında "gibisi" fazlaydı, ev resmen bok gibi kokuyordu.
Mutfağımızı soracak olursanız sormayın derim; çünkü mutfağımız yoktu. Mutfak eşyalarımızın hepsi ocakların çevresindeydi. Yemekleri ocaklarda pişiriyor, bulaşıkları da aynı yerde yıkıyorduk.
Bizim odamızın hemen yanındaki yarım metrelik kapıyı açarsanız tuvalete gelmiş olursunuz. Tuvaletin zemini de ahşapla kaplıydı elbette. Ortasında da tüm tuvalet ihtiyacımızı karşıladığımız bir delik. Kış aylarında burası o kadar soğuk olurdu ki; tuvaletimizi yapmak işkenceye dönerdi. Tuvaletten büyük olmayan bir de Banyoluğumuz vardı. Dedemler buraya "hamam" derdi ama şimdi ki hamamları düşündüğümde, uzaktan yakından alakasının olmadığını anlıyorum. Annem; beni ve kardeşim Nevzat'ı, Ocağın üzerinde ısıttığı sıcak suya, banyo kazanının içine döktüğü soğuk su ile ılıştırdıktan sonra susakla (su kabağının içi oyularak yapılan, banyo yapmaya ve su içmeye yarayan kap) dişlerimizin takırtıları eşliğinde yıkardı. Pazar akşamları banyo günümüzdü. Kimse kafasına göre banyo yapamazdı. Aslında annem bizi odamızda da yıkayabilirdi ama oda içinde yıkanmak dedem tarafından yasaklanmıştı. Dedemin söylediği kadarıyla; suların çoğu aşağıya dökülüyormuş ve ahırın altındaki samanları ıslatıyormuş. Islanan samanlar çok kötü kokuyormuş. Bu gerekçe ile bizlerin odalarda yıkanmasını yasaklamıştı ama kendisi istediği zaman nenemin hazırladığı suyla odasındaki ocağın kenarında yıkanıyordu. Evdeki hiçbir yasak onun için geçerli değildi anlayacağınız.
Evimizin çatısı uzun sazlıklarla kaplıydı. Sorun yaşamadığımız tek yer burasıydı diyebilirim. Bu evde kaldığım süre içinde bir kere bile aktığını hatırlamam.
Evimizin hemen karşısında çok sayıda tavuk ve horozumuzun olduğu kümesimiz, hemen yanında da köpeğimizin kulübesi vardı. Dedem bu köpeğe "karabaş" diyordu ama köpeğin siyah olan hiçbir tarafı yoktu. Hayvan resmen sarışındı.
Her sabah annem ve iki halam; ellerinde bakır bakraçlarla evimizin altındaki ahıra iner, ahırın altını temizledikten ve inekleri sağdıktan sonra eve geri dönerlerdi. Bende kahvaltıyı hazırlardım. Kahvaltı dediğimde aklınıza peynir, zeytin ya da diğer kahvaltılıklar gelmesin. Mesela ben; zeytini misafirliğe gittiğimiz evlerde görmüştüm. Kahvaltıda genelde tek tas çorba içerdik. O sabah elimizde ne varsa onun çorbasını yapardık. Tarhana, yoğurt, ıspanak, fasulye çorbası. Çorbalar içildikten sonra; benim dışımda herkes tarlaya çalışmaya giderdi. Tarlamız; yürüyerek 15 dakikalık mesafedeydi. Buğday, mısır, domates, salatalık, soğan, biber, patates, mevsimine göre her şeyi ekip biçerdik. Dedemin dışında herkes tarlada çalışırdı. Dedemde onlarla birlikte tarlaya gider, kocaman kavak ağacının gölgesindeki çimenlere uzanır, sigarasını tüttürürken işten kaytaranları küfürler eşliğinde çalışmaya teşvik ederdi. Annem ise; tarlaya en yakın ağaca kardeşim Nevzat'a beşik yaptıktan sonra çalışmaya başlardı. Ara ara beşiğin yanına gelip kardeşimi kontrol etmeyi de ihmal etmezdi elbette.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Üstünde Ne Var? (Kitap Oldu)
قصص عامةDışarı çıktım, kapının önündeki merdivenlere oturup annemi beklemeye başladım. Hemen karşımdaki ağaç dallarının esen rüzgarla eğilmelerini izliyordum. Rüzgar o kadar sert esiyordu ki; ağaçların dalları yere değiyordu. Sonra bir anda aklıma dedem ve...