Hiç umurumda değilmiş gibi davranmaya devam ediyordum. Fakat yemin ederim herşey içten içe beni öldürüyordu.
Sana ihtiyacım var. - Luhan
Mesajı sanırım bininci okuyuşum olmalıydı. Telefonun ekranından gözlerimi alamıyordum. Başımı başka bir yere çevirirsem sanki mesaj aniden ortadan kalkacak, Luhan hiç mesaj atmamış olacak gibi hissediyordum. Queen dergisinden, daha doğrusu yeni patronum Song Jae Rim'in yanından hiçbirşey söylemeden ayrılmış olmam kötü olmuştu. Sanırım daha işe başlamadan kovulmuştum.
Fakat bunlar zerre kadar umrumda değildi. Düşünebildiğim tek şey Luhan ve attığı mesajdı. Çoktan aradan bir saat geçmişti ve ben babamın görüp görmemesini umursamadan yeniden şirkete gelmiştim. Nerede olduğunu sormamıştım bile. Şirkette olup olmadığını da bilmiyordum. Sadece kısacık mesajıyla bile beni bu kadar dağıtan bu çocuğa nasıl hala aşıktım? Bu çocuğu ne kadar seviyordum? Neden sevmeye devam ediyordum?
Gerçi birini sevmek için nedenin olması gerekmez. Zaten birini neden sevdiğini açıklayabilirsen buna aşk denmez, değil mi?
Telefonuma ikinci bir mesaj daha gelince irkilerek elimden kucağıma doğru düşürmüştüm. Hala arabanın içinde düşüncelerimle boğuşup dururken bir yarım saat daha geçti. Saat neredeyse akşam 8'i gösteriyordu. Bu saate kadar babamın şirkette kalacağını düşünmüyordum. Çoktan eve gitmiş olmalıydı. Nihayet kendimde güç bulup telefonu aldığımda mesajın Minah'tan geldiğini gördüm. Song Jae Rim ile işlerin nasıl gittiğini soran oldukça uzun ve meraklı bir mesaj. Bu kadar heyecanlanmama neden olduğu için Minah'a bir ton dolusu küfür etmiş olabilirdim sanırım..
Ona kısa bir cevapla herşeyin yolunda olduğuna dair bir mesaj yazdım.
Sonra yeniden dönüp Luhan'ın attığı mesajı okudum. Ne diye telefon hattımı değiştirmemiştim ki? Şuan bu durumda olmazdım. Fakat o zaman da onun bana ihtiyacı olduğu halde yanında olamazdım.
Nerede olduğunu soracak bir cesaretim ne yazık ki yoktu. Bu yüzden elimdeki tek şansı kullandım ve geçiş kartımı çantamdan çıkararak arabadan indim. Kimseye gözükmeden şirkete girmenin tek yolu otoparktaki girişti ve bunun içinde geçiş kartına ihtiyacım vardı. Gerçi hala aktif olup olmadığını bilmiyordum. Yani işim burada da şansa kalmıştı bir bakıma.
Derin bir nefes alarak kartı okutucuya gösterdiğimde çıkan klik sesi ve yanan yeşil ışık rahatlamama neden oldu. Kartım hala aktifti. Sabahki kadar boş olan koridorda fazla ses çıkarmamaya özen göstererek yürümeye devam ettim. Bakacağım yerler sınırlıydı. Pratik odası bunların en başında geliyordu. Comeback yarındı ve hala çalışmaya devam ettiklerini de biliyordum. Ayağımda ki botlar sessiz koridorda tak tuk sesler çıkarırken kulağıma dolacak olan kahkahaları bekliyordum. Fakat ne bir ses vardı ne de Luhan.. Açtığım kapıyı kapatarak geriye doğru birkaç adım attığımda birine çarptım.
Nefesim kesildi. Hayır, ciddi anlamda nefesim kesildi.
Heyecandan mı ya da korkudan mı anlam veremedim. Çünkü kalbim korktuğum zaman da heyecanlandığım zaman da aynı şekilde ritminin kaybediyordu.
Nefes almayı akıl ederek yavaşça arkamı döndüğüm de karşılaştığim kişi görmeyi istediğim kişi değildi.
" Merhaba, ufaklık. "
Kris bir abi edasıyla açık saçlarımı karıştırdı. Bunu yapmasından nefret ederdim fakat o an ses çıkaramadım. Onu neredeyse bana Luhan'ın adresini verdiğinden beri görmüyordum. Ki bu yaklaşık 6 ay kadar olmuştu. Bunu yapmasını bile özlemiştim aslında.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Oh, My Daughter! (✓)
FanfictionÇin mitolojisinde " Kaderin Kırmızı İpi " adında bir inanış vardır. İnanışa göre; Tanrı her insanın ayak bileğine kırmızı bir ip takar ve kaderleri birleşecek olan insanları bu ipler sayesinde birbirlerine bağlarmış. Bu ip esner, kördüğüm olur ama a...