Alice
Harry gittikten sonra bir süre arkasından baktım, bedenim soğukla alakasız bir biçimde titriyordu, gözyaşlarının gözlerimi zorladığını hissedebiliyordum ama ağlamak istemiyordum.
Yatak odama döndüm ve ışığı açmadan yatağa kıvrıldım. Gözlerimi perdesiz pencereye çevirip sokaktan gelen ışığı boş gözlerle izlerken biriken gözyaşlarının akmasına engel olamadım, neden cennetten çıkma anların ardından çekip gitmişti ki? Yani sarılıp uyumamızı beklememiştim ama böyle ayaklarının altı tutuşmuşçasına kaçıp gitmesinde de anormal bir şeyler vardı. Üstelik ... yaşadıklarımızdan keyif aldığından da adım gibi emindim, üstündeyken onu izlemiş, sona ulaştığı anda gözlerinde çakan ışıkları görmüş ve sessiz iniltilerini duymuştum.
O halde neden kaçmıştı?
Canımın acısıyla yerimden sıçradığımda farkında olmadan kemirdiğim tırnak etlerimden birini daha fazla derinden yolduğumu gördüm, bu alışkanlık git gide kontrolden çıkıyordu ama durdurmak için ne yapabileceğimi bilmiyordum.
Uyumak istiyordum ama gözlerimi kapatmaktan korkuyordum. Chase'i ya da Darren'ı görmek istemiyordum ama kapalı gözkapaklarımın arkasına işlenmiş gibiydiler, ne zaman uyumak için gözlerimi kapatsam gözümün önünde beliriyorlardı.
Bundan nefret ediyordum. Huzurlu uykularımı elimden çalmış olmalarından nefret ediyordum. O adamlardan, onları hayatıma sokan annemden nefret ediyordum.
Yataktan kalkıp salona yürüdüm. Yerde atılı duran kıyafetlerimi tekmeleyerek salonun farklı köşelerine gönderdikten sonra koltuğa uzandım. Bir eksiklik hissi bedenimi sarmalarken kendime savaştım ama en sonunda koltuktan kalkıp mutfağa yürüdüm, lavabonun yanında duran sürahiyi kollarımın arasına alıp soğuk camı karnıma bastırdım ve tekrar koltuğa dönüp kollarımın arasındaki sürahiyle uzandım.
"Harry yoksa sen varsın," diye mırıldandım sürahiye.
Gözlerimi kapatıp az önce bir sürahiyle konuştuğum gerçeğini görmezden geldim. Bir süre sonra kafamdan geçen düşünceler birbirine karıştı ve uyku bedenimi ele geçirdiğinde ona mutlulukla teslim oldum.
Uyandığımda bunun sebebi artık duymazdan gelemediğim telefonumun kesilmek bilmez titreşimiydi. Telefonu elime alıp ekranda çıkmış annemin resmine baktım. Aramayı sessize alıp homurdanarak doğrulup oturdum, başım ve bedenim ayrı ayrı zonkluyordu. Bir an için nedenini düşünüp geceyi hatırladım. Aklıma önce Harry'nin dokunuşları ve bedenimi dolduran bedeninin mükemmel hissi geldiğinde göz kapaklarım düştü, ardından kaçıp gidişini anımsadım ve mideme yumruk yemişim gibi nefesim ciğerlerimden firar etti. Benimle ilgili, istediğim insanları benden uzağa iten ve tiksindiklerimi bana çeken neydi, merak ediyordum.
Düşünceler içinde kaybolmamak için bir şey yapmam gerekiyordu. Bir şey... ne olursa.
Aklım bedenime yetişemeden önce oturduğum koltuktan kalktım, saat henüz öğleden sonra üçtü, dışarı çıkacaktım ve kendimi meşgul edecek bir şeyler bulacaktım.
Aslında önce duş almam gerekiyordu ama...
Düşünceye omuz silktim, pis kokuyordum, pistim, yani ne vardı? Şu an güzel kokmak umurumda değildi, saçlarımın şekillenmeyecek kadar yağlanmış olması umurumda değildi, dün geceden kalma kokularını üzerimde taşıyor olmak umurumda değildi. Los Angeles'ta yaşarken asla ama asla pis gezemezdim, sosyete ne derdi sonra? Her daim gözü üzerimde olan garip bir elit kesim yüzünden her gün duş almak, saçlarımı fönlemek, istesem de istemesem de sürekli güzel giyinmek zorundaydım.
Oysa şimdi, beş metre yakınımdaki insanları bayıltana kadar sudan kaçabilirdim. Kimsenin umurunda olmazdı. Benim de olmayacaktı.
Dün gece öylesine fırlattığım sırada salonun çıkışına düşmüş kotumu alıp bacaklarıma geçirdim. Yatak odama girip yatağın üzerindeki kıyafetlere baktım, dün gece onları yataktan indirmeye tenezzül etmemiştim bile. Kapüşonlu, ince kumaştan bir sweatshirt bulup üzerime giydim ve atkuyruğumu çözüp saçlarımı iki yanıma aldıktan sonra kapüşonla saçlarımı örttüm.
Banyoya girdiğimde bir an aynadaki görüntüm karşısında dehşetle nefesimi tuttum çünkü boynumda canlı mor bir leke vardı, aynaya yaklaşıp morluğa yakından bakınca suratımı buruşturdum, etrafı kırmızı minik beneklerle çevriliydi morluğun.
Ne güzel. Madem seviştikten sonra hiç yaşanmamış gibi çekip gidecekti neden hiç olmamış gibi davranmamı zorlaştırmak istercesine boynumda bir morluk bırakmıştı ki? Lanet olası, iğrenç, kendini beğenmiş, yeşil gözlü, yakışıklı iblis.
Pek planladığım gibi gitmedi -yakışıklıyı söylememişim gibi yapalım.
Dişlerimi fırçalarken bir yandan da morluğu inceliyordum, gözlerim makyaj çantamla morluk arasında gidip geliyordu, morluğun kapatılabilir olmadığı gerçeğini kabullenmem gerektiğinin farkındaydım çünkü fazla canlı bir renkteydi. Dişlerimi fırçalamam bitip ağzımı suyla çalkalarken aynadaki aksime omuz silktim, evet, sokağa boynumda dün gece yaptıklarımı haykıran bir morlukla çıkacaktım ve onu kapatmayacaktım. Kokumdan bayılmayanlar morluğumdan korkup kaçardı belki de.
Telefonumun asap bozucu titreşimini duyduğumda ayakkabılarımı ayağıma geçiriyordum. Telefonu gene olduğu yerde bırakıp sadece kartımı, bir miktar nakit parayı ve anahtarlarımı yanıma aldım, ardından daireye son kez bakıp kapıyı arkamdan kapattım. Gözlerim karşı dairenin kapısına takılınca boğazımdan acı bir tat yükseldi ve kapının açılmasından korkarak merdivenlere yöneldim, asansör beklemekle uğraşamayacaktım.
Sokağa çıktığımda bir an ne tarafa doğru yürüyeceğimden emin olamadım, ardından içimden öyle geldiği için sağa döndüm ve kapısı kilitli barın önünden geçerek insan kalabalığına karıştım.
Aradığım şeyi bulmam zor olmamıştı, bir elektronik mağazası bulunca kendimi içeri attım ve tutarlarına aldırmayarak kendime tablet ve dizüstü bilgisayar aldım, ikisine birlikte ihtiyacım olup olmadığı tartışmalıydı ama sanırım paramı artık biraz harcamaya başlayabilirdim.
Elimdeki elektroniklerle çıkıp biraz daha yürüdüm ve biraz ötede bir kitapçı buldum, içeri girip rafları kaplayan kitaplar arasında keyifle gezindim. İnsanlar artık elde kitap okumayı bırakmışlardı ama ben onları hala seviyordum, kendilerince bir nostalji taşıyorlardı ayrıca bugünlerde onlar da benim kadar az rağbet görüyorlardı.
Ben zamansız kitapları okumayı seviyordum, o yüzden yeni kitaplar arasında çok oyalanmadan kendimi klasiklerin olduğu tarafa attım. Daha önce defalarca okumuş olmama rağmen raflardan seçtiğim Madam Bovary, Aşk ve Gurur, Uğultulu Tepeler, Rüzgar Gibi Geçti, Jane Eyre kitaplarını kucakladım. Hepsiyle kasaya gittiğimde kasada oturmuş, burnunun ucuna düşmüş gözlüğüyle elindeki tabletten kitap okuyan kadın kafasını kaldırmadan tabletin ekranını kilitledi. Ne kadar ironikti, bu kadar yaprağın arasında oturmuş ekrandan kitap okuyordu.
Kadın bir an sonra gözlüğünü çıkartıp önüne bıraktığım kitaplara baktı, bir an için gözleri sevinçle parladıysa da kitapları kimin aldığını görmek için başını kaldırıp beni gördüğünde suratındaki ifade bir anda değişti, boynumdaki morluğa baktığını biliyordum ama açıkçası morluğun neden bu kadar ilgisini çektiğinden emin değildim.
Kitapların barkotlarını okutup onları poşetlerken benimle göz göze gelmemek için çabalıyordu ama gözleri sürekli boynuma kayıyordu, farkındaydım. En son beş kitap için elli dolarlık bir banknot uzattığımda kadın parayı elimden almak için uzanmadan önce tereddüt etti ve bu, zaten iyi durumda olmayan psikolojim için bardağı taşıran son damla oldu.
Parayı ona doğru fırlatırken bağırmaya başladığımı fark etmemiştim, "Evet, aşk ısırığı, evet, dün gece seviştim, belki sen de aynı şeyi denemelisin seni yaşlı cadaloz!"
Arından poşeti elime alıp hışımla dükkandan çıktım.
Çığlık atmak istiyordum. İçimde geçmek bilmez bir sinir kaynıyordu.
Dişlerimi birbirine kenetleyip kendi kendime hırladım, yanımdan geçmekte olan insanlar dönüp bana baktıklarında da onlara dişlerimi gösterdim.
Herkesten ve her şeyden NEFRET EDİYORDUM.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Nowhere Near Wonderland - [Harry Styles]
FanfictionSuçluluk duygusunun ve depresyonun yapış yapış karanlığı içinde yolları kesiştiğinde bir hayalet "yaşamayı bekleyerek ölen" iki insanı bir araya getirecek.