Alice
Kış beyaz battaniyesini New York şehrinin üstüne bir gecede, usulca örtmüştü. Son birkaç gündür gördüğüm tek şey beyaz kardı, dokunduğu yere yapışıp kalıyor, kaldırımları, pencerelerin dışlarını kaplıyordu. Ve yıllarca Los Angeles gibi kışın en fazla kazak giydiren bir yerde yaşadıktan sonra donuyordum. Kesinlikle donuyordum.
"Biraz kaysana," diyen Harry yanıma, üstümdeki battaniyenin altına girdiğinde dar koltukta sıkıştık. Belgesel kanalının karşısında oturuyordum, erken kararan günün aydınlık saatleriydi çünkü gün daha yeni doğuyordu.
Harry elindeki iki kupadan birini bana uzattı, üzerimdeki kazağının yenleriyle avuçlarımı örtüp sıcak kupayı iki avcumun içiyle tuttum. Sıcak kahvenin yoğun kokusu burun deliklerimi istila ederken Harry bacaklarımı kucağına çekti. Ona baktığımda bana hafifçe gülümsedi.
"Nasılsın?" diye sorduğunda sırıttım, "Seviştikten sonra iyi olup olmadığımı teyit etmene bayılıyorum. İyiyim. Üşüyorum sadece."
"Altına da bir şey giysen üşümezdin bence," diyen Harry bir yandan da battaniyenin altından çıplak bacağımı sıvazlıyordu. Hafifçe kıkırdadım, "Çok biliyorsun sen."
"Bence bilmediğimi iddia edemezsin," dedi Harry kendinden emin bir sırıtışla. Bu sıralar gülümsediğini daha sık görüyordum. Chase'in sürpriz ziyaretinden bu yana on gün kadar geçmişti. Chase'in yerimi banka hesap hareketlerindeki kira ödemesi sayesinde bulduğunu öğrenmiş, güven fonumu başka bir bankaya taşıtmış ve o gittikten sonra ilk birkaç gün gerginlikle beklemiştim. Geri dönmesini değil, geri dönmeyeceğinden emindim. Gözlerindeki korkuyu görmüştüm, çığlıklarındaki çaresizliği duymuştum. Ama beni bulduğunu anneme söylemesinden korkmuştum.
Belki anneme söylemişti bile. Bilemiyordum, anemin beni umursadığından da emin değildim zaten. Ama ilk beş günün ardından gerginliğim azalmıştı. Kapının çalmasını beklemiyordum artık. Biri gelecek olsaydı bunca günde gelirdi.
"Bu belgesel ne üzerine?" diye soran Harry beni kısa dalgınlığımdan çıkarttı. Ekrana değil, onun yüzüne baktım, bacaklarımı kucağına koyduğum için yanlamasına oturuyordum, burnunun sivri ucu, çenesindeki sarımtırak sakalların altında bile belli olan beni, dışarının beyaz ışığını yansıtmaktansa içinde tutuyormuş gibi parlayan yeşil gözleriyle ömrümde gördüğüm en güzel şeydi. Kafasını çevirmeden, yan gözlerle bana baktı ve muzipçe sırıttığında gözlerinin kenarları kırıştı. Hayatımda hiçbir kırışık bana bu kadar çok şey ifade etmemişti, hayatımda hiç birinin gözlerinin altındaki kırışıklıklara bakıp kalbimin sevgiyle içimde sıkıştığını hissetmemiştim. İnsanların neden kalplerinin sıkıştığını da anlıyordum ayrıca, karşılarındaki insana duydukları sevgi o kadar büyüyordu ki kalpleri de içlerinde kocaman oluyordu ve gövde, o koca kalbe dar gelip içerde sıkışmasına sebep oluyordu.
"Çok güzelsin," diye mırıldandım. Harry iyi bir ruh halindeydi, kısık ve melodik bir kahkaha göğsünden yükselirken bu anın içine girip sonsuza kadar orada kalmak istediğimi fark ettim. O güldüğünde oluşan gamzenin içine kıvrılıp orada yaşayabilirdim. O söylediklerime gülüyordu ama gerçekten güzeldi. Çok güzeldi, insanın bakınca boğazında bir yumru oluşmasına sebep olacak kadar güzel. Bu hissi daha önce birkaç kez yaşamıştım, çok sevdiğim birkaç şarkıyı ilk dinlediğimde, çok sevdiğim bir kitabın basit bir cümleyle hayatımı özetlediğini gördüğümde bu ifade biçimleri gözlerimi doldurmuştu. O müzik, o cümle o kadar doğru ve o kadar ölümsüzdü ki güzelliği canımı yakmıştı, melodileri yakalayan kulaklarım, satırları okuyan gözlerim asla güzelliklerini yeterince takdir edemeyeceği için üzülmüştüm biraz. İlahi bir güzelliğe bakan sıradan gözler kadar yedi renkle sınırlıydım, göremediğim sekizinci renginse varlığını hissetmiş ama adını koyamamıştım bugüne kadar.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Nowhere Near Wonderland - [Harry Styles]
FanfictionSuçluluk duygusunun ve depresyonun yapış yapış karanlığı içinde yolları kesiştiğinde bir hayalet "yaşamayı bekleyerek ölen" iki insanı bir araya getirecek.