Kırk

1.4K 131 55
                                    

Harry

Banyodan çıkıp yatak odasına girdiğimde Alice'i yatağımda uyurken buldum. Büyük bir yatağım yoktu ama bu küçük kız, bu yatağın ortasında daha da küçük görünüyordu. Sanki üzerindeki gözlerimi hissetmiş gibi yavaşça gerinip gözlerini araladı, suratına bir gülümseyiş yayıldığını gördüğümde ona gülümseyerek karşılık vermekten kendimi alamadım. Üstelik artık gülümsemek istediğimde ya da gerçekten de gülümsediğimde, buna eskisi kadar şaşırmıyordum.

"Gün karardı, uykucu," dedim bizim için günaydın kelimesinin yatak zamanını gösterdiği düşünülecek olursa, böylesi oldukça yerindeydi. "Uyanma vakti."

"Bu Neşeli Şirin de kim böyle," diye mırıldanırken yatakta kendini yukarı çekip sırtını yatağın başlığına yasladı. Bağdaş kurup uzun, kahverengi saçlarını özensiz bir hareketle yüzünün önünden çekti. Onu bu küçük hareketleri yaparken izlemeyi bile seviyordum.

"Şirinleri biliyor musun gerçekten? Sen doğduğunda onlar gösterimden kalkalı yıllar olmamış mıydı?"

Yanında duran bir yastığı alıp bana fırlattı. Gülerek yastığı yakaladım ve yatağa, yanına çıkıp onu kendime çektim. "Evet, tamam," diye homurdandı. "Senden küçük olabilirim. Şirinler yayınlanırken henüz doğmamış olabilirim. Ama dadılarımdan biri hep onları açardı."

"Dadın haklı," dedim burnumu onunkine sürterek. "Herkes Şirinler sever."

"Ben benimkinin kendi ülkesinde bıraktığı çocuklarını özlediğinden çok eminim ama senin versiyonun da iş yapar," deyip omuz silktikten sonra beni öpmek için uzandı. Artık benim yanımda böyle rahat hareket edebiliyor olmasına bayılıyordum. Geceleri kabusları onu daha az uyandırıyordu ve kesinlikle öncesine göre çok sağlıklı görünüyordu.

Öpüşümüzü sonlandırıp geri çekildiğinde gözlerimin içine baktı. İkimiz de karanlıkta yaşamaya alışmıştık, dolayısıyla içerinin loş ışığı ikimize de yetiyordu. Beni izlerken ifadesi ciddileşti ve bakışlarındaki bir şey boğazıma bir yumru oturmasına sebep oldu. Bana böyle bakan bir çift göz görmeyeli çok uzun zaman olmuştu. O kadar uzun ki, en son ne zaman karşımdakinin bakışlarında böyle bir şefkat gördüğümü hatırlamıyordum. Ama içinde şefkati gördüğüm gözleri hatırlıyordum. Alice'inki gibi içinde yeşil taneler barındıran mavi değildi o gözler; okyanuslar kadar sonsuz ve koyulaşmaya başlamış gündüz göğü kadar derin bir maviydiler.

Belki de yedi yıldır ilk kez, Louis'yi anımsamak kusmak istememe sebep olmadı.

"Onu hala seviyorum," diye mırıldandım ne dediğimden emin olmayarak. Ya da bunu neden söylediğimden.

Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı, "Biliyorum," derken sesinde alınganlık yoktu, ya da kırgınlık ya da üzüntü. "Onu hala sevdiğin için seni seviyorum."

Yutkunup gülümsedim. Kollarını belime dolayıp başını göğsüme yasladı. "Ben onunla yarışmıyorum. Onun boşluğunu doldurmadığımı biliyorum, onun bıraktığı boşluğun hayatındaki en özel şey olduğunu biliyorum. Buna asla saygısızlık etmem. Ben seni sadece sen olduğun için seviyorum. Seni canın yandığında da seveceğim. Onu özlediğinde de. Ben burada olacağım."

Saçlarını okşayıp söylediklerini sindirmek için bekledim. Ardından bir kez daha gülümsedim. Verecek bir cevap olmadığından sustum, sonrasında "Biraz daha aşağı inmezsek geç kalacağız," dedim. Alice yavru köpek bakışlarını kaldırıp gözlerini benimkilerle buluşturdu. "Şey," dedi, "Ben bugün gelmesem? Tek başına halledebilir misin?"

Onu dikkatle süzdüm. "İyi misin?"

Omuz silkti. "İyiyim. Biraz başım ağrıyor, korkarım nezle olacağım. Eğer yataktan çıkmazsam toparlarım belki diye düşündüm."

"Senin için bir şeyler getirmemi ister misin? Çorba yapayım mı?" Uzanıp anlamlandıramadığım bir dürtüyle avucumu alnına bastırdım, ateşi yoktu. Alice bana bakıp kafasını iki yana salladı, "Hayır, hiçbir şey istemiyorum. Sadece biraz kırıklık var üzerimde, biraz tembellik edersem geçecektir, dedi.

"Peki," dedim söylediklerinin altında başka bir şey aramayarak.

"Sen de artık giyinsen mi?" dedi bana ters ters bakarak. "İkimiz de hasta olursak bana kim bakacak?"

Söylediklerine gülüp yataktan indim ve belimdeki havluyu çıkartıp giyindim. Benimle ilgili ne kadar çok şey değişmiş olursa olsun, dar kotlara bağlılığım hiç geçmemişti. Üzerime siyah, örgü bir kazak geçirdikten sonra belimden çıkarttığım havluyla saçlarımın nemini aldım ve ardından onları bileğimdeki tokayla ensemde at kuyruğu yaptım. Botlarımı ayağıma giydikten sonra yataktan giyinişimi seyreden Alice'e döndüm. "Bir şey istemediğinden emin misin?"

Alice gülümsedi. "Çok eminim."

Uzanıp alnına bir kez daha dudaklarımı bastırdım. Ardından her zamanki gibi bir gün için bara indim.

Ortalığı toplarken garip bir ses duyup durdum. Ben durunca ses de durdu.

Birkaç dakika sonra aynı şey tekrar oldu. Bir kez daha benimle birlikte anlamlandıramadığım ses de durdu.

Üçüncü seferde, sesin nereden geldiğini anladım.

Islık çalıyordum.

Ben.

Bu konuda nasıl hissettiğimi değerlendirdim bir an. Müzik histen doğan bir şeydi ve hislerimi silip atalı yıllar geçmişti, kendime izin verdiğim acıdan başka bir şeyler hissetmeyeceğimi bilmenin etrafıma ördüğü güvenli duvarın dibine sinmiştim. Şimdi kafamı uzatmış duvarın ötesine bakıyordum. Kalp atışlarım hızlanmıştı. Suçluluğun üzerime yığılmasını bekledim. Yıllarımı ortasında kavrularak geçirdiğim agoninin tenimin altını ısıtmasını, kalbimin acıyla çatlayıp açılmasını beklerken nefeslerim düzensizleşmişti.

Hislerin hiçbiri gelmedi. Duvarın ötesinde, duvarın arkasındaki kadar büyük bir kaos yoktu. Duvarın ötesinde gökyüzü maviydi. Oysa içerisi griydi; yıllardır olduğum insan gibi gri. Ortada kalmış. Depresif. Kararsız.

Zihnimin sonsuz maviliğine bakarken etrafıma bakındım. Louis'nin varlığını en son ne zaman hissetmiştim? Hafif bir panikle sarsıldım, gitmişti ve fark etmemiş miydim?

"Lou?" Sesimdeki panik tınısını ben bile duyabiliyordum. "Lütfen burada ol." Onu eskisi kadar sık anmadığım için bana kırılmış mıydı? Ya da daha iyi olduğumu düşünüp gitmiş miydi? Ama ben gitmesini istemiyordum. Gitmesine hazır değildim.

Belki de hiçbir zaman olmayacaktım.

"Louis?" Etrafa bakınmayı sürdürdüm. Bir işarete ihtiyacım vardı. Hala burada olduğunu bilmeye ihtiyacım vardı.

Barın ahşap tezgahında bir bardak kenara kaydı. Camın ahşaba sürtünme sesi soluklarımı düzene sokarken sönen paniğimle gülümsedim. Bir saniye sonra ensemdeki tüyler diken diken oldu, onu dudaklarını enseme bastırırken hayal edip iç geçirdim.

"Bu ona haksızlık, değil mi?" diye sordum önümdeki viledaya bakarak. "Hem seni hem onu sevmem ikinize de haksızlık." Kendi kendime kafa salladım ve işime devam ettim. "Bir noktada seni bırakmam gerektiğini biliyorum. Bir noktada..." Bir daha varlığını hissedemeyeceğimi düşünmek boğazımı düğümlediğinde boğazımı temizledim. "Ihm. Bir noktada... Bunun nasıl işlediğini bilmiyorum. Burada kalmayı sen mi seçtin, benim suçluluğum için mi buradasın... Bunların hiçbirini bilmiyorum. Son yedi senede hiç bu kadar sessiz kalmamıştın. Bunun aslında iyiye işaret olduğunu biliyorum ama... Ama sanırım çok bencilim. Gitmeni istemiyorum. Gitmene hazır değilim..."

Kendi kendime konuşmaya o kadar alışkındım ki sanki yanıbaşımda dikiliyormuş gibi davranırken hiçbir zorluk çekmiyordum.

Boğazıma düğümlenen cümle soluk borumu tıkıyordu. Düşüncelerimin içinde oradan oraya savrulurken dilimin ucuna gelen kelimelerin dudaklarımdan taşmasına engel olamadım.

"Seni ben öldürdüm." Bunu dile getirmek çok zordu.

"Gidersen ben de ölürüm gibi hissediyorum."

Nowhere Near Wonderland - [Harry Styles]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin