Harry
Uykunun onu ele geçirişini saniye saniye izliyordum, gözkapakları düştü önce, ardından nefesleri ağırlaştı ve bir süre sonra aralık dudaklarından kısık nefes sesleri duyulmaya başladı. Ateşinin düşüp düşmediğini görmek için elimi uzatıp alnına parmaklarımın dışını bastırdım, hala ateşi vardı.
Yatağın ayakucuna oturup onu izlemeyi sürdürdüm. Pencerelerinde perde olmadığından içeriye sokaktan ışık doluyordu, ateşten kızarmış yanakları bu karanlıkta bile ayırt edilebiliyordu.
Salak kız. Bu havada kendini dondurmaya mı çalışıyordu? Ya da öldürmeye?
Düşünce göğsüme saplanırken boğazımda oluşan yumruyu yutmaya çalıştım. Ya o da kendini öldürürse? Bu ufak tefek kız, bu nazik ruh, bu kırılgan insan... garip bir fark edişle sarsıldım, Alice güçlüydü. Benden güçlüydü en azından, yaşadığı şeylerin ardından hayatına devam edebilmişti.
Ve ardından başka bir fark edişle sarsıldım, aslında hayır, edememişti. Biz temelde aynıydık, yaşadığımız şeylerle yüzleşmek yerine geçmişimizi arkamızda bırakıp bir daha dönmemecesine kaçmıştık. O annesinden ve geçmişinden kaçıyordu, ben eski en yakın arkadaşlarımdan ve aşık olduğum adamı öldürdüğüm gerçeğinden kaçıyordum. Yollarımızın aynı yerde kesişmesi belki de kaderin çarpık bir numarasıydı.
"Kader diye bir şey yok, Harry." Louis hep böyle derdi. O bilmiş haliyle bana bakıp gözlerini devirirdi, "Yaşanması gereken şeyler var ve yaşanıyorlar. Bunun altında daha yüksek bir sebep aramak manasız, ne olacaksa olacak."
Kelimelerini anımsayınca yumruklarımı sıkıp Alice'i izlemeyi sürdürdüm. Bir şekilde Louis'nin bu argümanına inanmak içimden gelmiyordu, onun ölmesi gerektiği için öldüğüne inanmıyordum. Bir an önce bana hayatına girdiğim için lanet okurken bir an sonra kendisini öldürdüğünü her düşündüğümde, kaderin yaşlı bir cadaloz olduğuna ve benden oldum olası nefret ettiğine daha çok inanıyordum. Önce bana ruh eşimi sunmuştu, ardından onu elimden alıp benden uzağa atmıştı ve her şeye rağmen arkadaşlığımızı koruyabildiğimizi gördüğünde de intikamını almak için Louis'yi ona asla uzanamayacağım bir yere göndermişti.
Alice'e bakmayı sürdürerek saatlerce oturdum. Alice'e söylediğimin aksine yorgundum, bedenim sızlıyordu ama yerimden kalkıp etrafta dolanmaya başladım. Alice'ın kıyafetleri hala yatağının üzerine atılı duruyordu, biz onun yatağında seviştiğimizden beri oldukça zaman geçmişti ve içimden bir ses bu kıyafetlerin o gece yatağın üzerinde olan kıyafetler olduğunu söylüyordu.
Gözlerimi devirip önce kıyafetleri katladım, karanlıkta sıkıntı çekmeden yolumu bulabiliyordum. Katladığım kıyafetleri odadaki dolaba yerleştirdim, ardından bir kenarda açık duran bavulun içindeki yığın halinde kıyafetlere de aynı şeyi yaptım. Alice yatağında huzursuzca kıpırdandığında gidip tekrar ateşini ölçtüm, hala cayır cayır yanıyordu. Bir şey yapıp ateşini düşürmem gerekiyordu, ilaçlar belli ki yeterli gelmemişti.
Odadan çıkıp etrafa bakınmaya başladım, ateşi olan birine ne yapılırdı? Onu hastaneye götürmeli miydim?
Sessiz adımlarla onun dairesinden çıkıp kendiminkine yürüdüm, muhtemelen şehirdeki son kablolu telefon bendeydi. Bunun neden burada olduğunu bile bilmiyordum, bu eve yerleştiğimden beri onu hiç kullanmamıştım. Ama şimdi...
Numarayı çevirirken parmaklarım titriyordu, "Alo?" uyanık bir ses duyunca etrafıma bakındım, saat orada kaçtı ki?
"A-anne?" boğazıma takılan kelimeyi güçlükle dışarı itip alnımı yanında dikildiğim duvara yasladım. "Harry?" annemin sesi aniden sarsılmış gelmeye başladı, "Harry, bebeğim, sen misin?" onunla en son ne zaman konuştuğumu düşünüp hatırlayamayınca boğazımdaki yumru iyice büyüdü. Herkesi dışarıda bırakmıştım evet ama... "Evet, anne, benim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Nowhere Near Wonderland - [Harry Styles]
FanfictionSuçluluk duygusunun ve depresyonun yapış yapış karanlığı içinde yolları kesiştiğinde bir hayalet "yaşamayı bekleyerek ölen" iki insanı bir araya getirecek.