Bölüm 20: Kutsal Kanun

178 31 1
                                    


Marobis Sarayı, Tumar

Dün yaşanılan olaydan sonra vali, Akman'a olanları bildirmek için bir kanatlı haberciyi Marobis'e göndermişti ve o haberci şu an solmaya yüz tutmuş Marobis'in yollarında yürüyordu; eski şatafatından eser kalmamıştı. Burası yeryüzünün uçmağıydı ama şu an bunu demek son derece zordu. Duvarlarındaki ışıltılar bile yoktu ki bu duvarlar geceleri parıldarmış ama yok, gökyüzünde olmayan güneş ve ay gündüz olduğunu söylese de etraf karanlıktı buna rağmen duvarlar parıldamıyordu. Yerdeki toprak küsmüşçesine verdiklerini kurutmaya başlamış yenilerini de vermiyordu. Su ise tamamen yok olmuştu, Marobis'te beş tane ırmak akardı ama şimdi tüm ırmaklar ve yatakları kurumuştu. Akman bu şehri yok etmişti ve anlaşılan bunun farkında da değildi.

Haberci saraya vardığında askerlere nereden geldiğini bildirdikten sonra onların eşliğinde taht salonuna doğru ilerlediler. Bu haberci ilk defa geliyordu bu şehre ve hiç böyle görmeyi ummuyordu, sarayın enerjisi bile solmuştu ve şu an duyulmasa da acı çektiğini hissedebiliyordu. Bu şehir sahibinin elinde değildi... Uzun koridorun sonunda açık olan devasa kapıların ardından geniş bir salon ve kapının tam hizasında, ileride taht kademeleri görünüyordu ama sadece tek bir taht sağlamdı diğerleri yıkılmıştı ve parçaları orada duruyordu. Kibir bir elbise olsaydı şu an Akman'ın üzerindeki elbise olacağını haberci ilk görüşte anlamıştı, kırmızı ve siyahın hâkim olduğu elbise uzundu ve baya bir boldu, gayet rahat görünüyordu; üzerindeki desenler yaptığı savaşları ve öldürdüğü hanedanlıkları temsil ediyordu, parmaklarındaki yüzükler, boynundaki geniş kolye ve uzun siyah saçlarının üzerindeki kendi yaptırdığı mücehverlerle süslenmiş tacı duruyordu. Savaşta olan liderler genelde savaş kıyafetleri giyerlerdi ama şu an Akman bu kıyafeti giyerek savaşın bittiğini söylüyordu. Bilmiyordu ki asıl savaş şimdi başlıyordu. Haberciyi gördüğünde kan bürümüş gözleri kısıldı. Sonunda amacına ulaşmış ve yeryüzüne sahip olmuştu lakin bugüne kadar hiçbir haberci kendi izni olmadan bir yerden buraya gelmemişti.

''yüce efendimiz'' diyen haberci yere diz çöküp ona secde etti ve ayağa kalkarak başını eğdi.

''İfan neyi beceremedi de seni bana gönderdi. Yoksa öldü mü?'' sesindeki alaycılık nihayet tüm salonu kapsayan büyük bir kahkahaya dönüştüğünde orada bulunan tüm askerler ve şamanlar hep bir ağızdan gülmeye başladılar, ''ona kaç kere dedim böyle yemeye devam edersen ölürsün. Hadi bana İfan'ın öldüğünü söyle.'' Haberci kendisini huzursuz hissediyordu, açıkçası Akman'ın huzuruna çıkan herkesin hissettiği duygu buydu ama bir diğeri ise korkuydu zira karşılarında duran adam şu anda öyle veya böyle yeryüzünün sahibiydi.

''efendimizin mutluluğunu bozmak istemezdim ama,'' diyerek kısa bir nefes alıp verdi ve bu sırada etraftakilerin kahkahalarını bırakıp ciddileşmelerini izledi. O sırada Akman solunda duran meyve tabağından aldığı eriği ağzına atıyordu, ''dün Sur şehrinde bir olay oldu. Vali İfan bunu bilmeniz gerektiğini bildirmemi istedi.''

''Anlat!'' dedi hiç umursamadan eriğini yemeye devam ederek. Haberci doğası gereği gözlerini kapatıp açtıktan sonra sırtını düzelterek kanatlarını açtı ve gözlerini karşıya dikerek sözlerini bitirene kadar kırpmayacaktı, ''Ben Sur Şehri Valisi İfan, yüce efendimiz biricik Kralımız ve yeryüzünün hükümdarı olan Akman'a bildiriyorum, Prenses Ena yaşıyor ve birkaç gün önce bir köle ve nedimesiyle buraya geldi,'' Akman ağzındaki eriği keyifle yerken duydukları karşısında ağır ağır çiğnemeye başlayarak artık haberciyi ciddiye almıştı, ''onu ağırladık ve durumunu sorduk iyiydi ama dün nedimesini taciz eden bir adamı idam edeceğimiz sırada bize bir komplo kurdu. Kölesi, idam edeceğimiz adamı idam sehpasından alıp gitti ve nedimesi olduğuna emin olduğum okçu sayesinde yirmi dört askerimi kaybettim. Ve bir de Naranın eski baş komutanı olan Zafir de hapsedildiği yerden kaçıp onlara katıldı. Hepsi bir tekneye binerek denize açıldılar ama ben zehirli bir okla Zafir'i sırtından vurdum, o öldü. Diğerlerini ise daha önce hiç görmediğim büyüklükteki bir dalga yuttu, dalga o kadar büyüktü ki kıyının büyük bir kısmını sular altında bıraktı. Yüce efendimiz ne kadar arasak da denizden ne cesetleri nede başka bir izleri çıktı. Bunu bilmenizde fayda vardır diye habercimi size gönderdim. Emirlerinizi bekliyorum.'' İleteceği mesajı bitiren haberci gözlerini kırpıp başını eğdi ve kanatlarını toplayarak el pençe divan durdu. Akman hâlâ tahtında ağzında bir türlü yutmadığı eriği çiğneyip duruyordu. Duydukları onu hayrete düşürmemişti üstelik öfkelenmemişti sadece düşünüyordu. Sağında duran şamanlar olayı kavrasalar da konuşmaktan korkuyorlardı, birbirlerine bakıp duruyorlardı. Nihayet Akman ağında meze yaptığı eriği yutmuş ve öfke yüzüne yayılmıştı, ''derhal Erdenay'ı getirin bana!'' emri duyan ve kapının yakınında olan iki asker hızla çıktılar ve şehrin altındaki odalara kapatılan Erdenay'ı almak için yürüdüler. Akman onu ve İlteri şehrin altındaki, zindan odalarından farksız olan yerlere kilitlemişti. Karanlık ve rutubetin hâkim olduğu küçük odasında öylece yerde oturan Erdenay kapıyı açanları işittiğinde kendini bozmadan bekledi, yüzünde duygusuzluk kol geziyordu ama asaletinden taviz vermiyordu. O bir yıldızdı ve şu an yeraltına hapsedilmişti. Onun yeri gökyüzüydü ama uzunca bir süredir gökyüzünü görmek nasip olmuyordu. Ellerinde meşalelerle kapıyı aralayan askerler ona ayağa kalkıp çıkması yönünde emir verdiklerinde umursamadı zira artık sadece Hakan onun umurundaydı, ''yalnız bırakın beni, gökyüzünün karanlığında parlayan bir yıldızken beni buraya tıktınız şimdi de benden bir şey beklemeyen zira tüm ilmim gökyüzünden gelir. Gidin ve efendinize bunu söyleyin.'' Birbirine bakan askerler aldırmadılar dediklerini, ''Kralımızın emridir gelmek zorundasın Erdenay, lütfen bize zorluk çıkarma.''

MAROBİS (TAMAMLANDI)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin