Bölüm 37: Miskinler Tekkesi

179 31 0
                                    


Fildişi Kulesi

Tulparın üzerinde havada süzülüyordum. Gideceğim yer oldukça mühim. Orada olan kişi sırrın ta kendisi. Kutsal kitapta adı geçmeyen biri. Ne gariptir ki bulunduğu yerin adı var; Miskinler Tekkesi. Evet kitapta bu isimle yazılı. Miskinler yani uyuşuk olanlar ama bu insanların bildiği anlamdı. Peki ya kitabı yazan Kayra Han miskin derken neyi kastediyordu? Bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki o da bu adamın kesinlikle miskin olmadığı. Oraya gitmem gerekiyor çünkü tanrılar bunu istiyor. Neyle karşılaşacağım hakkında birkaç fikrim olsa da nedense içim ürperiyor. Heyecan mı? Olabilir, korku mu? Belki, hayranlık mı? Kesinlikle. Görmesem de onu hayranlık besliyordum. Orada o kulede duruyor ve bir şekilde nedendir bilmiyorum, hayranlık duyuyorum ona. Kitapta yazılamayanı bilen biri, çıkış yolu bulamadığım karanlığımı aydınlatacak olan biri. Saygıdan pay alan değil şu an, saygının kaynağı olan kişi. Cem Meriç; Fildişi Kulenin bekçisi, Miskinler Tekkesinin tek üyesi...

Meçhulde süzülen biz nihayet aşağıya doğru dalışa geçmiştik. Karanlık yeryüzünü aydınlatan onlarca yıldız gökyüzünü süslerken onlardan daha parlak bir ışık vardı: tam ileride bu yüksek ve engin dağların olduğu yerde bize resmen 'gelin!' diyordu, 'gelin, ben buradayım!' Kalbim giderek hızlanıyordu, Tanrılar aşkına, Akel'i gördüğümde bile bu kadar atmıyordu. Nefesim boğazımda düğümlenirken Tulpar kıvrak hareketlerle ilerleyerek dağlara ve kayalıklara çarpmadan ışığa doğru ilerliyordu. Buraya bir insanın uçarak gelmekten başka şansı yoktu hem çok yüksek hem de neredeyse düz bir yer yoktu olan yere ise gökyüzüne yükselen kule dikilmişti. Derin sessizliği bozan sert esen rüzgardı hava oldukça soğuktu lakin ne bir kar ne de buz kütlesi mevcuttu. Üşümüştüm ama belli etmek istemiyordum. Tulpar yere hemen kulenin önüne konarken hayranlıkla izliyordum: yuvarlak bir zeminin üzerine inşa edilmiş siyah karpak taşları gökyüzüne uzanıyordu. Ne bir pencere ne de kapı göze çarpıyordu. Ama en üst kısımda camdan bir küre vardı; tıpkı bir tasın üstüne yerleştirilen başka bir tas gibi ama bu tam oturmuş ve ışık saçıyordu. Güçlü ışık gözümü rahatsız etmiyordu ve görebiliyordum camı ve arkasındaki hissi. Kanatlarını indiren Tulpardan yere atladım ve kuleye yaklaştığım sırada o ışık giderek azalmaya başladı ve en sonunda minik bir mum ışığı kadar oldu. Önümdeki taş duvarlar bana kulenin girilmez olduğunu haykırıyordu. Ne kadar etrafını dolaşsam da bir kapı veya açıklık göremedim. Burası büyüktü ve tek yapıydı. Etrafı boş ve tırmanılacak gibi değildi. İyice yaklaştım dibine ve dokundum ılık taşlara: hayret bu soğuk yerde nasıl böyle sıcak olabilirlerdi aklım almıyor. Belki dedim bir taşın oynaması gerekiyor ve bu şekilde bir geçit açılmalı. Gözüme kestirdiğim her taşı ittirdim ama bir türlü beklediğimi alamadım. Seslendim hatta bağırdım en sonunda, ''Cem Meriç!'' duyan var mıydı? Bilmiyorum. Şimdiye kadar kimse görünmemişti. O ince ışık kaynağının olduğu yerde en son gördüğüm his şimdi bile yoktu. İçeriye nasıl girecektim? Daha doğrusu girmem gerekiyor muydu? Diye düşündüğüm sıralarda konduğumuz yerin biraz sağından sesler gelmeye başladı: kısık ve esrarlı. Kadın mıydı erkek mi anlamıyordum ama ses çok büyük bir incelikteydi. Sözler karmaşık ve bilinmedik. Anlam aramak tam bir aptallık. Bekledim öylece. Merak ve mutluluk aynı anda tecelli etmişti bende. İkisi birbirini kovalayan çocuk gibiydi içimde ve nihayet bulunduğum yerdeki taşlar buğulanmaya ardından da dökülmeye başladı. Yerde bir şey yoktu ve o taşlar belli ki birer göz yanılmasıydı şimdi ise önümde iki bölmeli ahşap bir kapı vardı. Dümdüz bir kapı ne bir işleme ne de bir tokmak sadece düz bir ahşap lakin bir yazı beliriyordu en üstünde ve geldiğim yerin ne olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu, bu kule ziyaretçisi kalmamış bir mezarlıktır. Ve açıldı kapı, ortadan ikiye ayrılarak. Önüme serilen basamaklar sarmal bir şekilde yukarıya doğru uzanıyordu. İçeriye adım attığımda sıcaklık tüm bedenimi sardı ve basamakların başında dikilirken yukarıya baktım ne kadar da çok basamak vardı öyle. İlk adımı attım ve açılan o kapı Tulparın kişnemesi eşliğinde yeniden kapandı. Duvar sandığım şeylerin hızla içlerinde binlerce kitap olan kitaplığa dönüştüğüne şahit oldum. Geniş ve doğal taşlardan olan basamaklar giderek aydınlanıyordu ve kulenin etrafını saran ahşap kitaplıkların bazı yerlerine asılı meşaleler içeriyi aydınlattığı yetmiyormuş gibi ısıtıyordu da. Hayretler ve hayranlık içerisinde ilerledim ve hiç yorulmadan çıktım o yüzlerce basamağı. Her yerde kitaplar vardı. Bugüne kadar gördüğüm hiçbir kitaba benzemiyorlardı. Üzerleri gayet iyi bir kapakla korunmuş ve sayfaları bilmediğim bir teknikle bir araya getirilmişti.

MAROBİS (TAMAMLANDI)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin