3-Ruhum Sana Koşuyor Pür Telaş

351 30 3
                                    

Uyuduğum zaman ruhum her nereye gittiyse oldukça karışık yerlerdi. Bir haftadır ilaçlarımı almıyordum. Bu yüzden bütün dengem altüst olmuştu. Başım çoğu zaman ağrıyordu. Ama ilaçları bırakalı bir iki sanrı görmüştüm. Bulanık karanlık ve korkutucuydular. Cesur davranıp onlarla yüzleşmek niyetindeyim. Ama korkuyorum, neyle yüzleşeceğimden emin değilim. Gördüklerim çocukluğumdakilere benzemiyordu. Gözümü açmaya çalıştım ama onlar uyumaya devam etmek istiyorlardı. Sonra aklıma o geldi. Baş ucumda ki telefonu alıp, duvar kağıdı yaptığım resme baktım. Gerçekti ve belki bu sabah yine vapurda olabilirdi. Hızla kalkıp hazırlandım, ablam henüz uyuyordu. Kızlarla dün gece sabahlamışlardı. Evde banyo, mutfak, odam arası seri bir koşuşturmaca yaşadım. Biraz gürültü yapmış olacağım ki Arzu uyandı.
"Ne acelen var. Saat daha erken." diye söylendi yarı uykulu. Koşarak iskeleye gitmek. Hatta tüm günümü vapurda geçirmek. Onu görmek zorundaydım, yine aynı hüzünle denize bakarken, aynı ışıltılı gülümsemeyle çaycıya gülümserken. Ve bana saçma, bir o kadarda kulağa hoş gelen şeyler söylesin istiyordum. Kafama beremi taktım, ablam sıcak yatağına geri dönmüştü bile. Sıcak evden dışarı çıkınca soğuğu ilkin gözlerimde sonra bacaklarımda hissettim. İçim titredi, durağa doğru koşar adımlarla ilerledim. Hareket ettikçe vücudum ısınıyordu. Otobüs fazla bekletmedi, her zaman ki gibi tıka basa doluydu. Her sabah ve her akşam dolu dolu gelen bu araçta, kendime yer bulabilmem mucizeydi. Mucizeler var işte, onu bugün görebilirim öyleyse. Atkımın altından sırıttım. Otobüs havasızdı, dışarı soğuk olduğu için kalınca giyinmiştik, bu yüzdende havasızlık ve bunaltıcı sıcak daha da dayanılmaz oluyordu. Montumu atkımı ve beremi zorlukla çıkardım, hareket edebileceğim bir alan yoktu, etrafımı saranları rahatsız etmeyi göze aldım, kınayan bakışları görmezden geldim, yolculuğumun çabucak geçmesini umdum. Günün en yorucu kısmı otobüstü. Otobüsten indim ve iskeleye doğru koşturdum. vapura vardığımda balkon kısımlarını turladım hızla, onu arıyordum. Ama yoktu, içeri girdim, insanları inceledim tek tek. Göz göze geldik kimisiyle, yukarı kata çıktım. Göremedim , yoktu işte, çaycınında olmadığı gibi. Sonra gidip dün akşam ki yere oturdum. Ellerimi ceplerime soktum ve sonbaharın gölgesinde gri gibi görünen boğaza baktım. "Hani sabah geçerdi." dedim denize, gözlerim doluyordu. Umutsuzlukla doldum eşsiz boğaz manzaram hüzünlü göründü gözüme. Sonbaharın hüznü sinmişti üzerine, sonbaharın asil bir hüznü vardı. Şairlere ilham verirdi sonbahar. Güzel ve sihirli olan sözcükler midir, yoksa sonbahar mı? Yaşayıp hareket eden bir tablonun içindeydik; bu manzara paha biçilmez bir resimdi, içinde sihirli duygular dokunaklı hikayeler barındırıyordu, kimi insanlar gülüyor, kimileri ağlıyordu ve bazıları duygusuzca düşüncelerinin içinde geziniyorlardı tıpkı bu tablonun içinde gezindikleri gibi. İçimi kaplayan umutsuz hüznü susturmam mümkün görünmüyordu, bu böyle daha ne kadar devam edebilirdi. Atkımı doladım başıma, ağzımı burnumu kapadım sıkıca. Bu atkının altında görünmezdim. Etrafta görecek kimsede yoktu zaten... Onu bir daha asla göremeyecektim, en kötüsü, onu asla unutamayacaktım. Ne acıklı bir öykü, kısacık olması daha da acınası yapıyor durumumu... Sol yanımda biri dikiliyordu. Önce siyah paltosunu gördüm. O muydu? Beyaz ellerinde iki çay bardağı tutuyordu. Onun paltosu, onun elleri ve onun gülümsemesi. Bu defa bana gülümsüyordu, kimse yoktu etrafta. Sevimli burnu sabah ayazında kızarmıştı. Öylece baktım ona, öylece bakmaktan başka bir şey yapamadım.Yanıma oturdu ve çay bardağını uzattı. Uzanan bardağı elinden aldım yavaşça, döküp saçmaktan korkarak. "Kimi arıyordun öyle pür telaş ..." diye sordu duymayı umduğum o yumuşacık ses.
"Bir an beni aradığını düşündüm."dedi cevabımı beklemeden. Hızlıca çayımı yudumladım. Sustum, ne söyleyebilirdim ki.
"Bana beraber üşümeyi teklif edersin belki. Çayına şeker atmaz mısın sen?" Diyip yüzüme baktı. Gülüyordu.
"Şekerli içerim ben aslında. Ama..." Aklım nerde benim? diye söylendim kendi kendime...
"Şeker atmadın çayına, heyecanlı değilsin dimi?" diye sordu. "Yok canım, yok öyle bir şey. Şekeri bırakmak lazım, öyle söylüyorlar ya." diye geveledim bu defa. Akılımı geri çağırdım, o yokmuş gibi. Yok öyle değil. O varmış ama ben hala akıllıca davranabiliyormuşum gibi .
"Akşam öyle çekip gittiğim için üzgünüm."dedi. Samimi bakışlarına aldanmamak imkansızdı, karşımda olduğuna inanamıyordum.
"Üzgün görünüyordun."dedim, usulca. Tatsız çayı son kez yudumladım. İçtiğim en güzel çaydı bu, sıcacık, sevgi gibi , hem de onun elinden.
"Biraz karmaşıktı dünkü durum, bu şehir gibi. Hüzünlü, inanılmaz güzel, sevinçli ve dahası da var. Bir gün anlatırım sana belki..." Yüzüne bakıyordum, şaşkındım, düşünemeyecek kadar kilitlenmiştim. Mutluluk mu bu, hiçbir şey düşünememek... Onun yanında oturmak... Güzel bir gülüşü çekinmeden seyredebilmek mi mutluluk?
"Tamam, bir gün mutlaka anlat bana..." diye fısıldadım, bir sözdü bu sanki. Bir gün yine görüşecektik, hatta yarında. Ne tuhaf, onu hep görecektim sanki. Korkmuyordum artık. Bu gülümseme hep benimle olacaktı. Elindeki boş bardağı kenara bıraktı, sonra bendeki bardağı da aldı. Bana doğru döndü, güzel yüzünde gördüğüm merakı, özlemi tahlil edemiyordum. Öyle olmalıydı sanki, bu bakışlar olması gerektiği gibiydi, atkımı tutup aşağıya doğru indirdi. "Üşüdüğünü biliyorum, ama dünde yüzünü göremedim."dedi. Kalbim çırpınıyordu. Benim yüzümü görmek istiyordu, oysaki bilmiyordu atkının altında ne olduğunu. Uzunca yüzüme baktı. Başımı çevirdim, "ne yapıyorum ben" diye sordum kendime. "Beraber kahvaltı yapalım mı?"
"Ne yapıyorum ben? " Gereksiz bir soru, onu görmek istiyorum. Onu görüp tanımalıyım işte. Bu riski göze alıyorum diyip ona baktım.
"Tamam."dedim. Gülümsedi. Yine sıcacık, sevecendi. Bende gülümsedim. Tanımadığım biriyle yakınlaşmayı göze alabilecek biri değildim asılında. Öyle bir haldi ki bu, ondan uzağa gidecek cesareti bulamamaktı benim bu hâlim. Derin bir nefes aldım. Sabah ayazını bile unutmuştum.
"İş yerini arayıp gecikeceğimi söylesem iyi olacak." dedim, çantamda ki telefonu ararken, sonunda bulunca telefonu, tuş kilidini kaldırdım. Sonra onun resmi çıktı karşıma, korkuyla kucağıma indirdim telefonu. Gördü mü diye ona baktım, gülümsüyordu. Üzgün değildi bugün, mutluydu. Elimi tuttu, sol eliyle telefonu alıp, sağ eliyle elimi tutmaya devam etti. Hiç bir şey hissedemiyordum. Uyuşmuştum sanki. Telefondaki resme baktı. İyice inceledi, sonra bana bakıp gülümsedi yine, sağ eliyle tuttuğu elimi kaldırıp dudaklarına götürdü. Neden dur demiyorum ona, neden çekip gitmiyordum yanından. Neden elimi tutup, öpmesine izin veriyorum. Onu aklımdan çıkaramamam yeterlimi tüm bunlara için izin vermem için. "Ne yapıyorum ben?" diye defalarca sormam gerekirdi kendime. Sıcak dudaklarını elimde hissettim. Ne garip, özlediğim bir şeymiş gibi. Ama bu ilk defa başıma geliyor. Kaç saniye kaldı dudakları elimde, elimi çektim hafifçe. Utanmak kaçınılmazdı bu durumda, gülümseyemiyordum artık.
"Kendine bile hesabını veremeyeceğin şeyler yapma." dedim, içimden. Ama o gülümsüyor ve mutlu görünüyordu. "Teşekkür ederim , benim için ne anlama geldiğini hayal bile edemezsin."dedi. Utanmıştım, böyle yakalanmış olmama inanamıyordum. Aptal gibi hissettim kendimi. Yapılacak bir şey yoktu. Ama mutlu olmuştu sanki, bu resimle gözündeki son hüzünde silindi adeta. Onun için ne anlam ifade ettiğini gerçekten anlayamadım, oda anlatma gereği duymadı.
"Bu şehri kıskandım galiba..." dedi. Gözleri denizin üzerinde geziniyordu. Bense ona bakıyordum, sözlerine devam etmesini bekledim.
"Bende bu şehir kadar sevilmeyi arzuladım. Benim içinde soğukta bekleyecek biri... Ben bilmesem bile..." Ona baktım, arzuları geçekleşmişti. Oda bu şehir kadar habersizdi belki. Şaşkın, boş bakışlarımdan anlaşılmıyordu. Ama resmi görmüştü, bu bir işaretti , sessiz bir teslim oluştu. Hayatımın tüm sevinçlerini toplasam, yinede denk düşmezdi şu anki mutluluğumu tanımlamaya. Eksikmişim sanki. Sanki benden alınmış kolumu bacağımı geri getirmişler gibi. Ve hâlâ adını bilmiyorum. Ve hâlâ adını soramıyorum. Gözümü ondan alamıyordum. Dik dik bakmamak için etrafı inceledim . Bakışlarım bir yerde, bir gökte, bir onun gözlerindeydi.
Basit bir lokantaydı, temizdi. Konuşmadan yürümüştük buraya kadar. Masanın üzerinde bir kitap duruyordu. Alıp baktım. "Bir aşk, bin hikayeydi" kitabın adı. Ali'ye diye imzalanmış. "Ali." dedim. Donuk bir ifadeyle baktı yüzüme.
"Adın Ali değil mi?" Gözleri nemlendi, o günkü hüzün geçti içlerinden, bir gülümsemeyle kovdu hüznü.
"Sever misin bu ismi?"
"Evet. Güzel isim." dedim.
"Bende Zeynep."
"Kulağa hoş geliyor. Zeynep... Zeynep..."diye tekrarladı ismimi.
Beğenmene sevindim."dedim. Sonra masanın üzerine bıraktığım telefonuma baktığını gördüm, kızardığımı hissettim. Dükkanı aramadığımı hatırladım, telefona uzandım hemen. Telefonun üzerindeki elimi tuttu.
"Arama, nasılsa bir şey demezler." dedi. Bilirmiş gibi konuşuyordu. Gülümsedim.
"Hasan söylenir durur şimdi." dedim. Elini elimden çekti. Sandalyesine yaslandı.
"Hadi bana Hasanı anlat." Önce anlamadığımı düşündüm, telefonu bırakıp dirseklerimi masaya dayadım. Konuşmamı bekliyordu.
"Hasan da benimle aynı dükkanda çalışıyor. Öyle deli dolu bir çocuk işte. Takılar yapıyoruz biz, hem yapıp hem satıyoruz." Kaşlarını çatmış beni dinliyordu.
"Peki ailen, sana iyi davranıyorlar mı?" Hala ciddiydi.
"Hiç normal bir şey sormaz mısın?"diye sordum kaşlarımı çatarak. Onu anlamak zordu benim için. Güldü.
"Nasıl sorular soruyormuşum ki ben."
"Değişik sorular, bazıları insanın içini deşiyor. Bazılarıysa tuhaf... Ama madem sordun, bana iyi davranıyor ailem. Senin ailen sana iyi davranıyor mu?" Yine güldü, o gülünce sevindim, artık hüzün yok. Galiba varlığım onu neşelendiriyordu. Onu üzen her kimse onu unutturuyor olmalıydım.
"İyi davranıyorlar, bana ve herkese. Fazlasıyla." Garson masayı kahvaltılıkları diziyordu. Bir süre onun seri hareketlerini izledim. Ona baktığımda gözlerinin üzerimde olduğunu gördüm. Herkese böyle mi bakıyordu acaba. Ne tatlı bakışlardı bunlar, insana kendini olduğundan değerli hissettiriyordu. Bana bakarken kendini unutuyordu sanki. Sonra lokantada çalışan birinin kızı olsa gerek masamıza yanaştı. Hayranlıkla bakıyordu Ali'ye...
" Merhaba küçük kız..." dedi Ali. Gülümsedi kız, alamadı gözlerini Ali'den. Dört yaşlarında olmalıydı. Açık kahve gözleri elaya çalıyordu, ilk bakışta yeşil sanıyordu insan, çocuksu masum bir merak vardı gözlerin de.
" Orada ki kim?" diye sordu Ali'ye. Ali kızın gösterdiği boşluğa baktı. Kimse yoktu yanında. İçimden kara bir rüzgar geçti sanki, yine bir tuhaf oldum.
" Ben bir şey görmüyorum... Sen ne görüyorsun?"diye sordu Ali çocuğu incitmekten korkan yumuşacık bir sesle.
" Söyleyemem, bana kızıyor." dedi kız çocuğu. Ürpertiyle yerimde doğruldum. Ali'nin neşeyle gülümsemesi gereken gözlerine baktım. Gayet ciddiydi, alnı kırışmıştı, küçük kızın sözlerine inanmış gibiydi.
" Sana bir şey yapamaz. Ben seni korurum." dedi Ali. Komik ama o an çok güçlü, korkusuz göründü gözüme.
" Sen kendini koru..."dedi kız. Ali kıza doğru eğilip saçını okşadı, çocuğu rahatlatmak ister gibi sevecen bir şekilde gülümsedi.
" Ne kadar tatlısın sen böyle..." dedi.
" Sizde öyle..." dedi kız. Kaçamak bir bakış attı bana. Utanıyordu benden.
" Yine gelin... Parlak ışıkları da getirin." dedi çocuksu bir heyecanla. Yanımıza gelen garson elinden tutup içeri götürdü onu. Eli uzun boylu garsonun elinde kaybolan küçücük kıza baktım.
" Hayal gücü genişmiş." dedim gülümseyerek. Başını salladı Ali. Garson geldi yine, su getirdi masaya.
"Takı yapmayı seviyor musun?" diye sordu garson gidince, sandalyesini masaya doğru yanaştırdı. Dirseklerini masaya dayayıp bana kilitlendi. Çocuktan bahsetmedik bir daha.
"Bu işi seviyorum. Selim Bey taşlarla iyi anlaştığımı düşünüyor. Her şeyi ondan öğrendim aslında." Gözlerimin içinde bir şeyler arayıp duruyordu. Saçlarıma, dudaklarıma, ellerime, gözlerime bakıyordu... Ve bu bana tuhaf gelmiyordu nedense, eve gittiğimde pişman olsam bile, şu an her şey olması gerektiği gibiydi.Yinede bu kadar rahat olmam beni endişelendiriyordu. Kendime açıklayamayacağım şeyler yapıyordum.Yoğun hayranlık duygusu beni ele geçirmiş olmalıydı. Yaptıklarım, hislerim kendime olan güvenimi zedeliyordu. Belki şimdi kalkıp gitsem, bir iradem olduğuna inanabilirim. Ama kalkıp gidersem, bir daha göremezsem onu nefret ederim kendimden. Yediğim, içtiğim ne varsa tadından habersizdim. Otomatiğe bağlanmıştım , burada bulunmam yanlıştı. Kalkıp gitmemse imkansız. İzin vermeliydim kendime, en büyük yanlışımı yapıyor olsam da vazgeçemezdim. Bir hata, bir pişmanlık için kendine izin verebilir insan. Bende izin veriyorum işte... Beni burada tutan bir şey var. Karşı koyamadığım bir güç cesaret veriyor içimden. Çayımı yudumlarken onun dikkatle beni süzen gözlerine baktım. Buğulanmış gözlerinde anlatılamaz bir derinlik vardı. Hafifçe ağzı aralandı, sonra başını biraz öne eğdi. Bir şey söyleyecekti galiba, karasız gibiydi. "Söyle."dedim. Ani bir kararla konuşuvermiştim. Sesim emreder gibi çıkmıştı, bundan rahatsızlık duymuştum dile getirmesem de.
"Neyi?" diye sordu, eğdiği başını kaldırarak. Mahcup, özür diler gibiydi bakışları.
"Aklındakini." dedim, meydan okur gibi , sanki onun masum bakışları beni haklı kılıyordu. O öyle bakınca kendimi karşısında daha güçlü hissettim.
"Pekala. Senin aklından geçenleri düşünüyordum aslında. Tanımadığın biriyle burada oturuyor olmak seni rahatsız ediyor biliyorum. Ama rahatsız olma. İşte hep burada tıkanıyorum. Seni rahatlatmam gerekiyor ama nasıl yapacağımı bilmiyorum. Henüz bunun formülünü bulamadım." İçimdekileri anlıyordu. Aynı zamanda saçmalamayı da sürdürüyordu. Yinede beni anlaması içimi rahatlattı. Hakkımda kötü düşünmesini istemiyordum. Bakışları söylediklerinde samimi olduğunu kanıtlıyordu. Onda bir şey vardı. Belki de hiç bir şey yoktu. Basit bir adamdı belki. Böyle her gördüğü kadınla tanışan biri olabilirdi. Bir anda sinirlendim. Kullandığım kelimeleri özenle seçmeme rağmen sesim sert çıkmıştı.
" Bunun gibi durumlarla çok sık karşılaşıyorsun anlaşılan..." Alaycıydı gülümsemesi... Ama yine buğuluydu gözleri, derin bakışlarında kayboluşumu izliyordum, iradesizdim, bunu kedime itiraf etmeliydim.
"Senden başka herhangi biriyle böyle bir durum yaşamadım, inan bana..." dedi. Gözlerime bakıyordu. Her şeyi biliyormuş gibi bir hali vardı onun. Şu an ona inandığımı da biliyordu mesela, onun sormasına , benim söylememe gerek yoktu. Ondan uzağa gidecek güce sahip olmadığımı da bildiğine emindim. Güvenilir biri olmasa da iş işten geçmişti artık. Kalbimin kapısından içeri girmişti, onu ilk gördüğüm o soğuk akşamda hem de. Henüz yüzünü bile görmemiştim ve deli gibi merak ettiğim halde kendime itiraf edemiyordum. Çok güzel romantik bir tabloydu ilk gördüğümde, gökyüzünde kızıla boyanmış bulutlar vardı. Ben titrerken, o üşümüyordu. İşte o an onu yüreğime alıvermiştim. Demek elinde değilmiş insanın. Beni izliyordu, sanki hep karşımdaydı ve hep beni izlemişti. Bu bakışların hep üzerimde olması gerekiyordu. Yoksa puzzle bozulurdu, eksik ve yanlış olurdu her şey.
"Hadi yemeğine odaklan, düşünüp durmayı da bırak lütfen."dedi. Uslu bir çocuk olup dediklerini yaptım. Onu ve kendimi analiz etmeyi bıraktım. Gelmiştim işte, onunlaydım, her ne olursa olsun onu bir daha görememekten iyiydi. Gülümsedim, bir maceraya atılıyordum resmen. Yirmi beş yıllık durağan hayatıma yakışıklı bir yabancıyı dahil ediyordum. Endişelenmeyi bırakmalıydım artık.
"Hep böyle gülümse lütfen."dedi. Oda gülümsüyordu, gördüğüm en güzel gülümseye sahipti. Baharı çağrıştırıyordu bana, bahar güneşi insanın aklını alır başından, toprak inanılmaz renkler doğurur o vakitler. O renkler ve güneş insan ruhunun aynası bana göre, bu coşku daha başka nasıl ifade edilebilir. Koşmak gibi, yorulmadan ve karnın ağrımadan. Akan su gibi, temiz berrak ve hızlı. Daha büyüdü gülümsemem, keşke onu tanıdığım için ne kadar mutlu olduğumu söyleyebilecek cesarete sahip olabilseydim. Onu tanımakla kışın ortasında baharı bulmuştum. Toprak olsam yeşerirdim herhalde, kır çiçekleri açardım. Onu görmekle akan su oldum sanki, yorulmadan koşabilen yaşlı bir beden. Dalıp gitmiştim ona farkında olmadan, bana yaşattığı baharı düşünüyordum. Gülümsedi.
"Yâ düşündüğünü bana da anlat, yada ben sana bir hikaye anlatayım." dedi. Düşündüklerimi ona anlatmam mümkün değildi tabi. Elimde olmadan sırıttım, benden asla duyamayacağı şeyler vardı zihnimde. İçime gömmekte kararlı olduğum düşünceler. Bir şeyler anlatsın sesini duyayım istedim.
"Nasıl bir hikayeymiş bu, anlat bakalım duymuşumdur belki." dedim. Bakışları nasıl gözlerimden içeri akıp ruhuma dokunuyorsa, sesi de ulaşsın yüreğime, içime işlesin. Eskiye dair bir kokuydu o, hoş içe işleyen bir sesti, gözlerimin bile inanamadığı bir güzel ışıltıydı.
"Sonsuz aşka inanır mısın Zeynep?" diye sordu. Kontrol edemediğim bir hayranlıkla onu izliyordum. Yakalanmışım gibi panikle cevapladım soruyu.
"Bilmem."
"Sonsuz aşkla ilgili olduğu söylenir ... Bir milyar yılı aşkın bir geçmişi vardır bu hikayenin, sonsuz mu bilemem ama, bin yıllara sığmayan bir aşk bu. Birbirini sevmeye mahkum edilmiş bir kadın ve bir erkeğin hikayesi. Kainatın en güzel mahkumiyeti belki... Ama acı var içinde, özlem var."
Bir dilim ekmek alıp üzerine tereyağı sürdü konuşurken, sonra bal. Becerikli, zarif ellerini izledim, sesini dinledim. Sonra bana uzattığı ekmeği aldım düşünmeden.
"Güzel bir hikayeye benziyor." dedim. Bir ısırık aldım ekmeğimden. Rahatlığım beni şaşırtıyordu.
"Ben anlatırken sen karnını doyur." dedi. Ekmeğime bal sürüp bana sonsuz aşkla ilgili hikaye anlatan hiç tanımadığım bir adam. Ali... Gözlerindeki derinliğe dalmıştım. Hikayeyi merak ediyordum. Bütün dikkatimi söylediklerine vermeye çalıştım.
" Yaratılmış en masum ırka mensuptu kız, adı Espila'ydı." "Espila mı? Bu bizim dükkanın adı." dedim. Söylediğimi duymamış gibi devam etti konuşmaya.
" Erkekse yolunu kaybetmiş genç bir adam. Eymen... Yalnız bir genç, hiç susmayan bir özlem vardı Eymen'in içinde. Sevgiydi özlediği. Espila'yı ilk görüşünde sevdi. Büyülenmişti. Kızın uzattığı dala tutundu, bir kötülük yapmaktan kurtuldu. Sonra sık sık buluşmaya başladılar. Eymen bu masum kızdan aşkına karşılık vermesini istedi. Ama farklıydılar. O zamanların dünyasında iki ayrı insan ırkı vardı. Ademoğlundandı Eymen, kızsa Esilalılardan. Onların birlikteliğini onaylamadı kimse, Esilalılar bile istemediler. O iyi insanlar, Ademoğlunun kanının onların kanına karışmasının doğru olmadığına inanıyorlardı. Ama Espila bırakamadı Eymen'i, çünkü Eymen buna izin vermedi. Espila'nın ona hayır diyemeyeceğini biliyordu. O bir ademoğluydu nede olsa, bir Esilalıyla baş etmek onun için kolaydı. Uysal, söz dinleyen bir ırktık onların ki. Espila'nın masumiyetini kullandı. Ve Espila ile Eymen evlendiler. Sonra bir olay oldu. Eymen öldürüldü. Eymen öldükten sonra Espilaya ne olduğu bilinmez. Aşk, karmaşa, evlilik, kavuşma ve ölüm her şeyi yaşamışlardı aslında. Ama erken bir ölümdü bu, bu yüzden onların evlilikleri bir kavuşma sayılmazdı."
"Sonsuzluğu nerde bu aşkın peki. Espila'da peşinden intihar mı etmiş yoksa. Tatsız bir hikayeye benziyor. " Sessizce süzdü beni... Bakışlarında ince bir sitem gizliydi. Onu incittiğime dair rahatsız edici bir duyguyla boğuştum bir an. Oysaki incinmesi için bir sebep yoktu. Derinlerden bir bağ vardı aramızda. Belki yoktu. Ona olan hayranlığım hassasiyetimi arttırıyor olabilirdi.
"Espila Eymeni o kadar çok sevmemişti. Onların sevgi anlayışlarında yakıp yok etmek yoktur, yanıp kül olmak vardır. Hayatına son vermek ise hiçbir Esilalının yapabileceği bir şey değildir. Onlar farklı, iniş çıkış yaşamayan bir ruha sahiptiler. Kızmayan, öldürmeyen, zarar vermeyen, onların sevgileri, ilimleri, yaşayışları bütün evrene karşı bir kucaklamadır. Ama aşk ise tam bir muamma." "Tutkusuz, kulağa sıkıcı geliyor." Bu lafım onu güldürdü.
"Biraz öyle aslında. Bir insan için tamda öyle. Ama asıl hikaye Eymen öldükten sonra başlıyor." Meraklanmıştım, ölümden sonrasını anlatan hikayeler dinlememiştim hiç. O sıra telefonum çaldı. Ali'ye baktım.
"Bu bir işaret galiba."dedi. Ne demek istediğini anlamadım. Arayan Hasandı. Bir telaş açtım telefonu, sanki beni görebilirmiş gibi endişelenmiştim.
"Neredesin sen Zeyno, niye arayıp haber bile vermiyorsun?" Sesi sinirli geliyordu.
"Bir işim vardı Hasan."
"Bende geç kaldım bugün, patron oturmuş bizi bekliyordu. Bir şey demedi ama utandım valla."
"Tamam Hasan geleceğim, biraz idare et."
"İdare mi edeyim, neredesin sen?"
"Geldiğimde görüşürüz Hasan, hoşça kal."dedim ve o hala konuşurken yüzüne kapadım telefonu. Sinirliydi ve konuşmayı olabildiğince uzatmaya hevesli görünüyordu. Ali dalıp gitmişti. O an kendimi eksik hissettim. Karşımda ki insanın daha önce hiç şahit olmadığım bir gücü tesiri vardı. "Sonra ne olmuş, Eymen öldükten sonra."diye sordum fısıltı halinde ki bir sesle. O an eriyip gitmek istedim. Bir daha benimle görüşmek istemeyeceğine inandım bir an. O bir an içinde tüm hayatımın anlamsızlaşacağına kanaat getirdim. Yüreğim hızla çarptı.
"Sonrasını sonra anlatacağım, anlaştık mı?"dedi. Bir sonraki görüşmemize dair bir söz daha.
"Tamam. O halde ben artık kalkayım."dedim isteksizce. Anlamazmış gibi baktı suratıma, gidecek olmam canını sıkmıştı belki Yada ben öyle olmasını arzuluyordum.
"Hemen mi? " Sadece baktım yüzüne, gitmek neden bu denli zor geliyordu. Telefonumu masanın üzerinden alıp tuşlara bastı, sonra bir telefon çaldı, onun telefonuydu bu. "Telefonumu kaydettim, yirmi dört saat uygunum senin için, istediğin zaman ara. Her ne için olursa olsun. " Bana uzattığı telefonu aldım. Çantama atıp beceriksizce ayağa kalktım. Yürümeyi unutmuştum sanki, hafifçe gözlerim karardı. Ömrümü toplasan bugün yaşadığım heyecan karşısında kıyas kabul etmezdi.
"Teşekkür ederim." dedim. Bir yandan montumu giyiniyordum. O hesabı masaya bırakmıştı bile, ayağa kalkmış paltosunu giyiniyordu.
"Ben teşekkür ederim, beni kırmadığın için."dedi. Gülümsedim.
"Bu hikaye yarım kalmasın..." dedim, ona bakarak. Masayı geçip bana doğru yanaştı. Tam karşımda durdu. Masanın üzerindeki kırmızı bereyi alıp başıma geçirdi, biraz geri çekilip nasıl durduğuna baktı. Hoşuna gitmiş olacak ki gülümsedi hafifçe. Sonra atkımı aldı eline...
"Bunu da saralım ki üşüme..." dedi. Sıkıca doladı atkıyı boynuma, yüzüme baktı dikkatlice, sonra atkıyı burnuma kadar çekti. Güldü ona yakışan bir muziplikle...
"Böyle çok komik oluyorsun..." dedi. Onun karşısında komik görünmek istediğim en son şeydi . Birlikte dışarı çıktık, soğuğa karşı bir zırh giymiş gibiydim.
"Hadi git, ama aradığımda telefonun mutlaka aç, yoksa gelip seni bulurum haberin olsun." dedi.
"Anlaştık. Görüşürüz." dedim. Uzaklaştım ondan. Dönüp arkama baktım birkaç adım sonra, yoktu. Etrafa bakındım, hemen nasıl kaybolabilmişti. Aslında bana hiçbir şey anlatmamıştı, hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Kaldırımda öylece dikilip etrafı taradım. Gitmişti, kendisiyle ilgili hiçbir şey anlatmamıştı, bende sormamıştım. Dönüp yürümeye başladım, konuştuklarımızı düşündüm. Benimle ilgili bir şeyler öğrenmek istememişti. Böyle mi olurdu, bir yabancıyla bu şekilde mi konuşulurdu. Konuştuklarımızı bir bir anımsamaya çalıştım, ilk önce yarım kalmış o hikayeye geldi aklıma. Şimdi onunla bir hatıram vardı elimde, aklıma kazımalıydım her sözünü, sesinin tonunu. Tanımadığı bir adama bir anda güvenebilecek kadar şaşkın bir kız olabileceğimden haberim yoktu . Başıma hiç böyle bir şey gelmemişti. Hayatta hiçbir şeye kapılıp gitmemiştim ben. Adımlarımı hızlandırdım, içimden koşmak geliyordu. Bir gün onun gibi biriyle karşılaşabileceğimi hayal edebilirdim bıkıp usanmadan, ama o gerçekti, işte bu aklıma gelmezdi.
Hayat sen ne yaşanası bir şeymişsin, bu defa her zamankinden daha güzel... Bugün iş yerine gidemezdim, kısa bir mesajla gelemeyeceğimi bildirdim. Aylaklık yapmak istiyordum. Bugün benim günüm. Gün boyu sahil kenarlarında, kalabalıkların içinde yürüdüm durdum, onun doladığı atkı koruyordu beni soğuktan. İnanılmaz geliyordu her şey. Gökyüzü gri ve görkemliydi. Soğuğu hissedebildiğim için seviniyordum, attığım adımlar için, üşümesin diye paltomun cebine sakladığım ellerim için, gökyüzüyle neredeyse aynı renge bürünmüş deniz için seviniyordum. Bugün her şey görülmemiş bir sevince bürünmüştü benliğimle birlikte. Bu içimdeki şey için minnettardım... Bu eşsiz duygular aşksa, aşk neydi? Yeryüzü bu denli gri ve puslu ve ben hiç olmadığım kadar coşkuluyum, tenim buz gibi ama içimde bir ateş kaynıyor ... Hızlı adımlarla yürüdüm sahil boyu, gitmek istediğim herhangi bir yer yoktu. Ömrüm boyunca gidemeyeceğim bir yerdeydim, işte bu anı yaşamaktı zor olan. Ömrüm boyunca olmak istediğim yerdeydim, tutunamayacağım, istesem de takılıp kalamayacağım bir yer. Bu an için yaşamaya değerdi, bu türlü anların toplamıdır benim hayatım belki. Bir anın üzerine mi kuruludur her şey, bir an ve ötesi yok mu yani? Nasıl tutunabilirdim bu ana, bu mutluluğa, hep benimle kalabilmesi için. Ama bu mümkün değil, geçeceğini biliyorum. Bu sevinçte terk edecek beni diğerleri gibi. Hafızama minnettar olmalıydım o halde, yüzünü, güzel bakışlarını hatırlamak hiç farkına varamadığım bir lüks benim için... Farkında olmadığım, hayatımı özetleyen tonla lüksten biri.... Kenarda yalnız başına duran banka oturup gözlerimi kapadım. Şimdi koca bir dünyaydı benim için, öyle güzeldi ki gez gez bitmiyor, doyulmuyor. Şimdi koca bir dünyaydım ben, gökyüzüydüm, topraktım, suydum. Belki aşkın tarifi budur, aşık olunca bir dünya olursunuz, kainat olursunuz. Ruhunun ruhumu sardığını hissettim. Çantamı açıp zorlukla telefonumu buldum. Resim ordaydı işte, her defasında kaybolacağından korkuyordum aptal gibi. Korkuların mantıklı olması gerekmez tabi, hiçbir zaman mantıklı biri değildim aslında. Şimdiyse iyice karıştı ortalık... Bir sis içindeyim... duman var ... Tek görebildiğimse o... Ali...

* * *

ESİLA'NIN KAYIP KIZI(tamamlandı)#wattys2017Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin