Dün evde neler yaptım, ne yedim ne içtim haberim bile yoktu. Aklımdaki tek şey saatti, ne zaman öğlen olacak, ne zaman gelecek. Selim Bey bu sabah benimle her zamankinden fazla ilgileniyordu. Etrafımdan ayrılmıyor, sohbet etmeğe uğraşıyordu. Aklımı ona veremiyordum. Yetmiş yaşlarında bir adamdı o, beyaz gür saçları, güzel sevimli bir yüzü vardı. Tertemiz gömleğiyle, hiç değişmeyen hoş kokusuyla , gülümseyerek dolaşırdı etrafta. Tuhaf bir adamdı, onun bir çizgisi vardı sanki, o çizginin üzerinde yürürdü sadece. Kimseyi incitmezdi, Hasan ve bana ufak bir uyarıda bile bulunmamıştı şimdiye kadar. Sadece belirli düzen ve kurallara uymamızı şart koşmuştu. Bu kuralları ihlal ettiğimizde dahi bir şey söylediğini, sinirlendiğini görmemiştim. Güvenilir, öte yandan mesafeliydi de. Onu anlatabilecek en iyi sözcük saygıydı. Her şeye sırtında taşıdığı paltosuna bile saygı duyuyordu o. Garip, mesafeli zarafetinin yanı sıra, mütevaziydi. Bir keresinde Hasan bileğim ağrıyor dedi diye camları silmiş ve o hafta ona hiçbir iş yaptırmamıştı. Hasan Selim Bey'in aşırı duyarlılığını fark ettiğinde, bu durumu kullanmaya başladı. Dükkanı bırakıp geri döndüğümde, Hasanı bacaklarını uzatmış otururken, Selim Bey'i de yerleri paspaslarken gördüğüm çok olmuştur. Selim Bey'in Hasan tarafından böyle basit bir şekilde kullanılıyor olmasını hiçbir zaman anlayamamışımdır. Tabi Hasanı frenlemek bana kalıyordu. Yıllardır Selim Bey'in yanında çalışıyordum. Sevimli küçük gözlerinde en ufak bir sertlik görmedim, bunca zaman bana ne bir emir verdi, nede benden bir şey istedi. Bana hiç kıyamadığını düşündüm ilk zamanlar. Sonra Hasan işe başladığında ona da aynı şekilde davrandığını gördüm. Kahveyi Selim Bey yapardı, üstelik hem kendine hem bize... Çayı da aynı şekilde, sonra onların bulaşığını da kendi yıkardı. Bize iş buyurmuyordu, bizi incitmiyordu. Yaptığımız işe göre maaşımız fazlaydı, doğrusu hatırı sayılır bir maaş alıyorduk. Selim Bey'in bu patronluk anlayışını sömürmemek için elimden geleni yapıyordum. O bir işe kalkışmadan ben düşünüp yapmaya çabalıyor, Hasan'a direktifler veriyordum. Bu mesafeli ama yumuşak yüzlü adamı anlamayı bırakmıştım yıllar önce... Ona karşı borçlu hissediyordum kendimi, onun gibi olmak imkansızdı benim için. Benlik taşımıyordu sanki o, kendisi yokmuş gibi yaşıyordu. İşte yine kahve yapıp getirmişti. O kadar alışmıştım ki o yaşlı elleriyle bize hizmet etmesine, mahcup bile olmuyordum artık. Kahveyi tezgahın önündeki sehpaya bıraktı, küçük koltuğa oturup bana gülümsedi. Gidip karşısına oturdum, Hasan hala gelmemişti. Sorma gereği bile duymuyordu, sanki patron olan o değildi. Fincanı alıp bir yudum içtim, Selim Bey'in küçük gözleri üzerimdeydi. Heyecanlı mı görünüyordum, içimde ki değişiklik yüzüme de mi yansımıştı. Aklım Ali'deydi. Aramıştı ve öğlen beni almaya geleceğini söylemişti. Adresi mesaj olarak atarım demiştim. Bu sabah geçmek istemiyordu adeta, saniyeler birer dakika gibi geliyordu bana. Selim Bey'in ısrarcı bakışları da vardı tabi... Zamanı uzatmaya yardımcı olan bakışlardı bunlar.
"Neden Espila takı..." diye sordum aniden... Sıkıntı landı bir anda Selim Bey. Sessizce bekledi, bende bekledim onunla... Ne vardı bu soruda ...Sonunda konuşmaya karar verdi.
"Senin için hep iyi olanı istiyorum Zeynep... Bir gün seni incitmek zorunda kalırsam diye kokuyorum." dedi. Şaşırmıştım, soruyla ne ilgisi vardı bunların.
"Anlamadım."
"Kainat bazı kurallar üzerine kurulmuştur, bazen kuralları çiğnemek sadece bize zarar vermez. Başkaları da incinir."dedi. Ciddi görünüyordu. Neden bahsettiğini anlamaya çalışıyordum, o konuşmaya devam ederken.
"Bazı sınırları geçmemeli insan, bazı kanlar var ki birbirlerine karışmamalı."dedi, sıkıntılıydı. Kahvesinden içti, bir müddet sustu. Konuşmayı bağlayacağı yeri merak ediyordum.
"Neden bahsediyorsunuz? Gerçekten anlayamıyorum." dedim. "Yaşlı bir adamım ben, kurallara bağlı bir adam, ruhuma işlenmiş bu kurallar... "
"Anlamıyorum Selim Bey, ne demek istiyorsunuz?" diye sordum, şaşkındım.
"Bir ön konuşma bu, bütün hatalarım için özür diliyorum senden... "
"Sizin hiç hata yaptığınızı görmedim ben, özür dileyecek bir şey yok..." Samimiydim, ama söyledikleri içime oturmuştu nedense. Anlamadığım sözler, anlamadığım bir sıkıntıya dönüştüler. Selim Bey'den söylediklerini açıklamasını isteyecekken. Hasan içeri girdi. Hasan küçük dükkanımızdaki hayata dahil olalı üç yıl olmuştu, daha geldiği ilk hafta kabullendirmişti kendini. Samimi olmamak gibi bir lüksü yoktu, tüm deli dolu insanlar gibi içi dışı birdi, patavatsızdı, sonu gelmez aşkları yoruyordu zihnimi. Korkulacak kadar hayrandı kendine, aynalar onu yanıltmıyordu, yakışıklı bir çocuktu ama on dört yaşındaki aptal lise oğlanlarından farksızdı, yirmi üç yaşında olması bir şey değiştirmiyordu ve otuzuna da gelse o oğlan çocuğu hallerinden kurtulamayacağına emindim. Hızlı aşk hayatı renkliydi, mutluydu o aşklarıyla, bütün kadınlara aşıktı, öyle hafif uçarı bir ruhtu onunki... Siyah kalın montu içinde, olduğundan daha iri görünüyordu. Kısa kesilmiş kahverengi saçlarını sağ yanına taramıştı, beyaz teni soğuğun etkisiyle kızarmıştı. Çekik badem gözlerinde, hiçbir şeyi ciddiye almayan bir ifade vardı. Belki de bu ifade yüzünden onu ciddiye alamıyordum. İnce dudakları gerildi, yanağındaki gamzelerin kenarında, kırmızı ufak bir leke göze batıyordu. "Geç kaldım, özür dilerim, trafik işte bilirsiniz." İçeri girdi bize yaklaştı Selim Bey ona selam verip arka odaya geçti. "Otobüste yeni bir sevgilimi buldun Hasan." Yüzünde ki gamze kayboldu. Şaşkın bir ifadeyle bana doğru yürüdü.
"Ne diyorsun sen Zeyno."
"Yanağında ruj lekesine benzer bir şey varda. Gecikme sebebin gerçektende trafik mi?" Kocaman bir sırıtış yüzünü kapladı. Gamzeler yine ortaya döküldü, bu sevimli suratla bütün sorunlarını çözebilirdi.
" Patron fark etmiş midir sence?" diye sordu. Umursuyormuş gibi davranması da bir şeydi. Sırıtmaya devam ederken bir yandan da boynuna doladığı mor atkıyı çıkarıyordu.
" Sanmıyorum. Ama sen gelir gelmez içeri gitti . Görmüşte olabilir. Utandırmak istememiştir belki de... Senin bile utanabileceğini düşünüyor galiba. Çok nazik, çok düşünceli... Selim Bey'i kendine örnek alsan iyi olur."
" Çok sıkıcı." Diyip yüzünü buruşturdu.
"Kendini eğlenceli mi sanıyorsun sen?" Yaramazlık yapmış çocuklar gibi muzip muzip sırıttı.
"Gerçektende eğlenceli bir sabahtı" diyip içeri gitti. Bende yeni bir takı yapmak için tezgahın arkasındaki masama oturdum. Biraz çalışmaya çalıştım, düşüncelerimi yönlendirebildiğimi sanırdım oysa bugün yanıldığım anlaşılıyordu. Gelecek mi acaba diye kendi kendime sorular sorup; yanıtsız bırakıyordum. Onu düşünmek tuhaf bir şekilde beni mutlu ediyordu. Gözlerim elimde ki işten daha çok kapıdaydı, kimileri telaşla koşturuyor, kimileri sakin adımlarla vitrinleri seyrederek zaman öldürüyorlardı. Neredeyse öğlen olacaktı hala ortalarda yoktu. Dalgınlıkla camdan dışarı bakıyordum; yağmur başlamıştı, eli kapının kolunda içeriye bakıyordu; gözleri gözlerimle buluşunca ışıltılı gülümsemesi yüzünü aydınlattı, bende ona gülümsedim. Kapıyı açıp içeri girdi.
"Hoş geldin Ali." dedim. Neyse ki sesim içimdeki coşkuyu yansıtmaktan çok uzaktı. Kumral saçlarında yağmur damlacıkları parlıyordu. Hoş geldin ve iyi ki geldin diye bağırıyordu kalbim. Ayağa kalktığımda birkaç boncuk yere saçıldı. Neyse ki Ali görmedi.
"Hoş bulduk " diyerek içeri süzüldü, güzel gözleri üzerimdeydi gözlerini kısıp; "İyi görünüyorsun"dedi. Işığı ve sıcaklığı beni sararken. Bulutlu karanlık bir gün için çok coşkuluydum. Beni değiştiriyordu onun varlığı... "Çok iyiyim "dedim. Sesim çıkınca sevindim, elimi ayağımı nereye koyacağımı, ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Aldığım nefes yolunu şaşırıyor ciğerime inmiyordu adeta.
"Hoş geldin Ali "diyen Selim Bey'in soğuk sesi takıldı aklıma, sonra onu nereden tanıdığını sordum kendime...
"Zeynep..." dedi Selim Bey.
"Efendim ." dedim. Bir şeyler konuşulmuştu. Ne konuşulduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu.
"Evlerimiz aynı bahçede Zeynep, komşuyuz biz."dedi Ali. Tanışıyor olmaları tuhaftı, bu beni mutlu etmeliydi. Yabancılıktan çıkmıştı Ali, ama mutlu değildim. Anlamadığım bir şeyler vardı. Selim Bey gülümsemiyordu mesela. Hasan camekanların tozunu alırken bir yandan da Ali'yi inceliyordu. Geciktiği için hiç olmadığı kadar hızlı hareket etmiş, işe koyulmuştu. "Demek komşularmış" dedim içimden, "bazı kanlar birbirlerine karışmamalı" bu ne demek oluyor. Neden durup dururken bana böyle bir şey söylesin ki? Kafam karışmıştı...
"Dalgınsın kızım, ilaçlarını alıyorsun değil mi?" dedi Selim Bey. Utançla Ali'ye baktım, oda bana bakıyordu. Uyanık olduğum halde gördüğüm hayallerden, gördüğüm tedaviden haberi yoktu, benimle ilgili hiçbir şey bilmiyordu.
" Alıyorum, bazen unutsam da."
"Ne ilacı bu?"diye sordu Ali. Yüzü ifadesi oldukça sertti. Nasıl anlatsam bilemedim.
"Zeynep uyanıkken hayal görebilen bir şahsiyet, bu yüzdende tedavi görüyor." diye atıldı Hasan.
"İlacı bırak Zeynep, hayal gördüğün için ilaç alman çok saçma." dedi Ali.
" Zeynep ilaçlarını almalı." dedi Selim Bey ve Ali'ye döndü. Ali de Selim Bey kadar ciddi görünüyordu.
" Eve dönüş ne zaman Ali Bey, sanırım sorumlu olduğunuz insanlar var. " Kafamın içindeki sesler bıçak gibi kesildi. Pür dikkat Ali'ye bakıyordum, soluk alamaz olmuştum. . Ali suratını mahcup bir halde öne eğdi.
"Sorumluluklarımı yerine getirmek için buradayım."dedi, başını kaldırıp bana bakarken. Bakışıyla içimde ki karmaşa bir an duruldu, benden mi bahsediyordu. Sesinde bir meydan okuma vardı.
" Ben öyle düşünmüyorum nedense..."dedi Selim Bey. Ali'nin burada olmasını onaylamıyordu. Bu kanıyla birlikte içimde tatsız bir huzursuzluk kabardı. Selim Bey'in Ali'ye olan davranışları tuhaftı. Bana karşıda garipti bugün, hiç kendisi gibi değildi.
" Bir dolu insan sizin gibi düşünse de, bu bilmedikleri içindir. Bilselerdi eğer beni buraya daha önce yollarlardı."dedi Ali. Ayakta dikiliyorlardı. Bende dikilmiş ortamdaki gerginliğin sebebini anlamaya çabalıyordum. Hasan vitrinin birini silmişti oda konuşmanın içeriğini anlamaya çalışıyordu. Selim Bey kendisi gibi değildi. Ali'yi burada istemediğini düşünmekse çok saçma ve anlamsız geliyordu. Ali bakışları bana çevrildi.
"Çıkalım mı Zeynep?" Selim Bey ve Ali bir an için bakıştılar. Gerginliği iliklerime kadar hissettim. Usulca yutkundum. Ali Selim Bey'in onay vermeyeceği türden bir insan mıydı?
" Hasan da gelsin sizinle, acıkmıştır çocuk."dedi Selim Bey. Ali gülümsedi ve bana baktı. Başımı evet anlamında salladım ve içer ki odaya geçip montumu aldım. Hasan da arkamdan gelmişti.
"Bir gariplik mi var. Ben mi yanlış algılıyorum."dedi Hasan bana fısıltı halinde. Bende dudak büktüm. Onunda gözünden kaçmamıştı.
"Herkes bir garip, neyse ki sen hala aynısın." dedim.
"Neyse ki..."dedi ve odadan çıktı.
" Hazırız."dedi Hasan . Bende onun ardındaydım. Dükkan kapısına doğru yürüdük. Yanından geçerken Selim Bey'in ifadesiz suratına baktım. Başıyla Ali'ye selam verdi.
"Hadi Zeynep çıkalım mı?"dedi Ali. Gözlerine baktım, iyi görünüyordu. Selim Bey'i arkada bırakıp soğuk havaya çıktık. Yağmur durmuştu. Çarşı her zaman olduğu gibi kalabalıktı. Bir yanımda Hasan, bir yanımda Ali, yürümeye başladık. Kafam karışıktı ama geldiği için mutluydum. Güneşimin yanında yürüyordum. İnsanın içine işleyen, en karanlık noktaları ışıtan bir güneş.
"Zeyno benim birine sözüm vardı, öğle yemeği için" dedi Hasan.
"Nasıl? Sen daha yeni gelmiştin, öğlene randevu mu verdin yani ?" diye sordum hiç düşünmeden. Sadece konuşmuş olmak için konuşuyordum. Hasan için normaldi bu haller.
"Evet ! Kusura bakmazsanız ben buradan ayrılıyorum, ama kalabilirimde Zeyno..." diyerek Ali'ye baktı.
" Ben onunla ilgilenirim..." derken gülümsedi Ali.
"İyi o zaman görüşürüz "deyip bana baktı, kalsa daha mı iyi olur diye düşünür gibiydi. Sonra bizden ayrıldı, Ali'ye bakmadan yürümeye davam ettim. Yalnız kalmıştık. Yalnız kaldığımız için memnundum. Kendimi iyi ve rahat hissediyordum. Alışık olmadığım bir güven duygusuyla doluydum.
"Seni benimle bırakmakta zorlandı."diye mırıldandı duyulur duyulmaz bir sesle.
" Bilmem, kızacağımı düşünmüş olabilir."
"Neden kızasın ki?" deyip yüzünü buruşturdu.
"Benimle bir öğle yemeği yemek bu kadar kötü mü ?" diye ekledi.
"Hasan ne yapsa kızıyorum aslında. Bu alışkanlık yaptı. Birde sen yabancısın ya, aslında ben böyle değilimdir. Tanımadığım insanlarla takılmam. Ve o seni tanıdığımı bilmiyor. Aslında tanıdığımda söylenemez ya neyse..." Yüzüne baktım, hüzün geri dönmüştü.
"Rahatsızlık duyuyor musun peki, benim gibi bir yabancıyla vakit geçirmekten?" Hayır, anlamında başımı salladım. Muzip bir şekilde gülümsedim.
" Seni tanıyorum. "
Sakin bir şekilde insan trafiğinin içinde yan yana yürüyorduk. Arada birbirimize arada önümüze bakıyorduk. "Beni tanıdığını mı düşünüyorsun gerçektende?"
" Kısmen... " Durdu ,dikkatle bana baktı. Her şey hızla akarken benim için hayat durmuştu. Var oluşu, yanımda oluşu bir rüyaydı. Kaldırımın ortasında durmuş konuşuyorduk. İnsanlar yanımızdan yöremizden geçip gidiyorlardı. Orada öylece durup ona bakmak bana zor gelmiyordu. İçimi kasıp kavuran her şeyi görmezden geliyordum. Bakışını içime kazımak istedim. Bu yüzü bir an olsun unutmak haksızlık olurdu.
"Ben seni çok uzun zamandır tanıyorum." Kanım dondu, sesi ve söyledikleri iliklerimi titretti. Sonra güzel bakışlarını gök yüzüne çevirip umursamaz bir ifade takındı. "Hatırlayamadığımız bir hayat yaşadığımızı düşünsene, belki o kayıp zamanda da birbirimizi tanıyorduk, olamaz mı sence? diyerek yüreğimin derinliklerine indirdi bakışlarını. ___"İnanıyor musun böyle şeylere, "diyip kaşlarımı çattım. ___"Seni tanımış olsaydım asla unutmazdım herhalde, "diye eklediğimde onunda gülümseyeceğini sandım. Ama öyle olmadı. Yüzüne tatsız bir acı oturdu. Bir çocuğun masun küskünlüğüyle; "Unutmuşsun işte "dedi. Hayal kırıklığıyla hüzün vardı güzel suratında. Tekrar yürümeye başladık, birkaç dakikadır yalnızdık ve konuşmalarımız gitgide tuhaflaşıyordu. Suskunluğu bozma ihtiyacıyla saçmaladım. "Senin hatırladığın bir şey mi var?" Dalgın görünüyordu. Sorumun anlamsızlığı beni utandırmıştı. Neyse ki duymamış gibiydi. Yüzündeki hüzün silindi aniden, yine ışıl ışıldı gözleri bana bakarken. Sanki beni görmek onu mutlu ediyordu. Bu düşünce umut vericiydi.
"İşte geldik, küçük hanım, " dedi ve lokantanın kapısını açıp benim içeri geçmemi bekledi.
" Bu zarafet eski zamanlardan kalmış olabilir. Eski hayatından..." Deyip gülümsedim, tatlı bakışında alay yoktu. ___" Kesinlikle önceki hayatımdan. Bazı alışkanlıkları terk etmek mümkün olmuyor," dedi ciddiyetle. Masaya doğru ilerledik. Mevzu daha fazla uzasın istemedim. Susmanın konuşmaktan ağır geldiği bir andı. Yine yetersiz hissetmiştim kendimi. Bu adamın gözlerinde ki hayal kırıklıklarının altında ezildiğime inandım kısa bir an. Susmayı kolaylaştırması için çevreyi inceledim. Lokanta eski taş bir yapıydı. Eskinin özenli, nezih mimarisi her yanına sinmişti. Taş oymalara çizilen desenler geçmişten gelen saklı dilekler gibi göz kırpıyorlardı. Taş duvarlar geçmişin izlerini taşıyorlardı. Nice insan nice dilek, nice umut vardı havada asılı kalmış. Boğaza bakan taraf boydan boya camdı.Cam kenarında iki kişilik bir masaya oturduk, sandalyemi çekip oturmama yardım etti. Zarifliği insana kendini değerli hissettiriyordu. Hatırladığın bir şey var mı gerçektende diye sormak istedim ama utandım, o konu çoktan kapanmıştı. Bir süre konuşmadık, sessizce boğazı seyrettik, bilindik sıkıcı sessizliklerden biri değildi bu, tüm sessizlikleri taçlandıracak bir manzaramız vardı. Gözlerini denizden ayırmadan konuşmaya başladı.
" Dünya bir insansa İstanbul onun suretidir, üstelik siretlerindendir, "dedi. Onda toy bir delikanlıda olması mümkün olmayan hâller vardı. Şaşkın bakışlarıma karşılık vermedi. İstanbul'un büyülü çehresine seyre kapılmıştı. Ona bakarken ki duygularımla baş edemedim. Öyle dolu öyle coşkuluydu ki içim korktum hissetmekten. Bir çağlayan varmış bedenimde önüne ne katsa yakıp yıkıyormuş. İçim kaynarken ona bakmak zor geliyordu. Başımı dışarı çevirdim. Puslu mavilerin tonlamalarında gezindim. Aşığı olduğum şehrin tarifini yapmıştı bana.
"Bazen unutmak istiyorum bu güzellikleri." Diye mırıldandım bilinçsizce.
"Buda ne demek, unutmayı mı seçiyorsun?" Diyen sesi suçlayıcıydı.
" Hani bebekler her şeye hayret ederler, merak ederler ya. Sonra alışırlar ,gökyüzü artık şaşırtmaz onları, topraktan odun nasıl olur, odundan meyve nasıl çıkar aldırmazlar, toprağın cömertliği, yeryüzünü allı morlu renklere boyaması, yıldızların gökte öyle asılı durması, güneşin her sabah yeniden doğması şaşırtmaz bir süre sonra, her şey olması gerektiği gibiymiş gibi gelir. Daha sayamayacağım bir sürü alışılmış mucize, işte bunlara tekrar tekrar hayretle ve hayranlıkla bakmak için unutmayı isterdim. Dahası nasıl bir mucizenin içinde yaşadığımı düşünmenin yanı sıra heyecanla tutkuyla hissedebilmeyi isterdim. Düşünmek ayrı , hissetmek ayrı." Gözlerime baktı. Bakışlarında tahayyül edebileceğim her şeyi yaşamış bir adam saklıydı. Pembe dudakları aralandı, güçlü ve duygulu sesinin tesiriyle yabancı bir ürperti kapladı benliğimi. Ruhun içinden çekilirmiş, özgür kalmak istermiş gibi. Ruhum çırpınıyordu. Bense onu duyamıyordum.
"Gecenin siyahında kaybettim bildiklerimi Her şeyi siyah bir gece sandım,
Doğan güneşi kalbim çarparak seyrettim
Aydınlığı sonsuz sandım
Sordum uzandığım dala bu elmayı sen mi yaptın
Söyle bana toprak bütün bunları nasıl sakladın
Güneş isteseydi bile doğmayabilir miydi?
Toprak isteseydi ekini derinlerde saklayabilir miydi?
Kalbim söyle bana cömertlik topraktan mı?
Heyecan duyamadığın bu güzellikler için ağla gözlerim
Bütün mucizeler çıkın saklandığınız yerden
Size alışmış olmak acıtıyor içimi.
Yeniden ve yeniden aşkla hayret etmek istiyorum.
Birbirimize öylece baktık. Söyleyecek bir şeyim yoktu.
" Unutmaya gönüllü olursan, nasıl hatırlayacaksın?" Yüzünde sitem, sesinde kırgınlık mı vardı? İçimdeki sızı anlamsızdı. Onun yüzünde gördüklerimde anlamsızdı. Ama onu anladığım da bir gerçekti. Anlıyordum çünkü bakışlarında gördüklerimi içimde yaşıyordum.
" Hatırlamam gereken bir şey mi var?" Onunla ilgili her şey garipti. Ne olduğunu anlayamıyordum. Çarpıntılı haliyle kalbim, içime korku salıyordu. Önemli bir şey söyleyecekmiş gibi masaya yanaştı, öne doğru eğildi.
" O hapları bırak, benim için, lütfen," dedi. Şaşkındım... Haplarım neden onu ilgilendiriyordu.
"Neden? Beni tanımıyorsun bile, bu verdiğin aklın nelere yol açacağını bilemeyiz."
"Sen hasta değilsin, bunu ikimizde biliyoruz." Dedi. Kendinden emin ve kararlıydı. Öne doğru eğildim bende, dirseklerimi masaya dayadım.
"Hastayım, bu gördüğüm sanrılar çok gerçekçi, ve ben istesem de o gittiğim yerden gelemiyorum. Her şey benim dışımda gelişiyor. Bulanık yüzler görüyorum, sanki ruhum bedenimden çıkıp gidiyor. Başka bilmediğim yerlerde geziniyorum, rüyadan daha gerçek gördüklerim. Çok anlamsız, benim gibi olan tanıdığım başka biri de yok. Doktorumsa filmlerdeki gibi beni koltuğa yatırıp geçmişime inmedi, ilaç verip evime yolladı. Uzun zamandır alıyorum bu ilaçları, bitince yine gidiyorum doktora. İlaçsız yaşamanın nasıl bir şey olduğunu unuttum neredeyse. Bu ilaçların sebep olduğu uyuşukluğa muhtaç hale geldim..."
"Bu ilaçlar senin kendini tanımanı zorlaştırıyor. Bana güven... Artık seni uyuşturmalarına izin verme Zeynep," dedi. Gözleri buğuluydu yine, bu hâliyle oda bir hayale benziyordu. Güzel endişelerden uzak, her zaman kaçıp saklanmak isteyeceğin bir bir hayal
"Kafanı karıştırdım galiba. Boş ver ne yemek isterdin, "dedi göz kırparak, dudağında yarım bir tebessüm. Derin bir nefes aldım. Ağzımdan çıkacakları kestirememiştim. Sesimde acınası çok bilmiş bir ifade vardı.
" Kafamı karıştırdın evet. İlaçlarım seni neden ilgilendiriyor ve konuyu değiştirdiğini fark etmedim sanma. Hatırlamamı beklediğin bir şey mi var? Eski hayat... " O sırada garson geldi. Yemek siparişini verdik. Bütün vücudumu yakıcı bir sıcaklık kaplamıştı. Endişelenmiştim. İçimde yanlış bir şeyler yaptığıma dair sebepsiz bir huzursuzluk yükseliyordu. Hayatım da çözüme ulaşmamış olan yegane sırrımı kurcalıyordu. Bu sır beni herkesten ayırıp, anlamsızca bir fişlenmeye maruz bıraksa da beni, garip, kimseyle paylaşamadığım bir zevk veriyordu bana. Sebepsiz coşku, sebepsiz korku hepsi birbirine girmişti. Garson gittiğinde konuşmadan karşımda oturan adamın gözlerine baktım. Bir yanıt bekliyordum. Suratına oturan o tatlı, gördüğüm en masum ifade bütün fırtınayı dindirdi. Bir anda süt liman oldu içim. Bir Ali'nin çekimine kapılmıştım, düşüncelerim tutarsızdı. İşte o an kurtulmanın mümkün olmayacağı bir yola girdin diye bir fısıltı işittim. O an duymadığım bir fısıltı, içimdeki sesi dinlemeyi hiçbir zaman öğrenememiştim. " Benim anlatmak istediğim şey Zeynep. Var olan hiçbir şeyin yok olmayacağıydı. Eğer şu an karşımda oturuyorsan, bu ne anlama gelir sence?" Cevap bekliyordu, içimde soruyu evirip çevirdim. Gülümsedi. Konuyu nasıl bir mantığa oturtacağını merak ediyordum. " Şu an var olduğuna göre, tıpkı bu gezegen gibi, seninde bilmediğimiz bir geçmişin var demektir. Geçmişini unutmuşsun Zeynep. Belki o gördüğün hayallerin bir anlamı vardı. Anıların geri dönmek istiyorlardır sana, " dedi. Buruktu sesi, umut etmekten yorulmuş gibi...
"O hayallerin bir anlamı olsaydı mutlu olurdum. Bu normal biri olduğum anlamına gelirdi. Belki de gelmezdi... Aslında bilemiyorum. Her neyse? Bunu kibar bir şekilde nasıl sorabilirim bilemiyorum, o yüzden pat diye sormak en iyisi. Selim Bey'le aranızda bir sorun mu var?"
" Benim buradan gitmem gerektiğini düşünüyor." Hiç duraklamadan yanıtlamıştı, önceden ezberlemiş gibi.
"Neden? " Gülümsedi, Selim Bey'in onunla ne sorunu olabilirdi. "Sana olan yakınlığımı hata olarak yorumluyor."
"Neden?" Vücudum kaskatı kesilmişti.
"Zamanla anlayacak oda, senin yanında olmam gerektiğini kavrayacak, "diye telkinde bulundu bana.
"Benim yanımda olman gerekiyor, bu konuyu Selim Bey'le görüştün... Her şey çok normal gerçektende..." Deyip zoraki sıkıntılı bir gülümsemeyle rahatsızlığımı belli ettim.
"Beni anlayabilmen için zamana ihtiyacımız var. Bırak o ilaçları, tamam mı Zeynep. " O an; onun bana zarar verebileceğini çığlıklarla ifşa eden mantığım ve ruhumun manasızca teslim olduğu, o sarsılamaz güven duygusuyla hoyratça savaşıyordu. Kaçıp saklanmam yapacağım en doğal hareket olurdu. Ama yapmadım, bir yudum su içtim. Ondan uzaklaşmayacağımı biliyordum, istesem bile. Zamanla her şeyi anlamayı umuyordum. Hapları bıraktığımda düzelebilirdi her şey. Bu adama daha az güvenebilirdim o zaman. Söylediği saçmalıklara itiraz edip kaçabilirdim ondan, yada haklı olduğunu görüp bir an bile ayrılmazdım yanından. Benim kafamdaki her şey gibi karmaşıktı oda. Yıllardır kullandığım, insanı günden güne duygusuzlaştırıp, mallaştıran haplar bulanıklaştırıyor olmalıydı düşüncelerimi. Öyle olmalıydı. Onu anlamak istiyordum... İlgiyle bana bakıyordu, kafamın karışmasını doğal karşılıyordu ama bu onu incitiyordu aynı zamanda. Aklım onu daha çok eleştirmemi, sorular sormam gerektiğini söylüyordu. Yada en iyisi kalkıp gitmek olurdu, bir daha görmemek. Ama çakılıp kalmıştım işte, bedenimi nereye götürürsem götüreyim onunla kalacaktım. Onun bizi incitebileceğini düşünen aklım bile onunla kalacaktı. Yanlış bir şey mi yapıyordum? "Düşünme artık, biraz zaman tanı bize..." dedi. Bütün zamanlar onundu zaten, ondan başka tanımak istediğim birine rastlamamıştım. Fazla korunaklıydı yaşamım, fazla dingin... Hiç tahmin edemediğim bir yerdeydim şimdi. Onunlaydım... Olmak istediğim yer onun yanınıydı. Bunu onu gördüğüm ilk anda çaresizlikle kabullenmiştim.
"Ben senin geçmişten gelen sevgilinim aslında, o yüzden her şey böyle tuhaf. Geçmiş derken zaman yolculuğunu kastetmiyorum,"diyip gülümsedi. Gözlerindeki isimsiz ağırlıklardan mıdır bilmem şaka yapmadığını düşündüm.
"Acaba bugün anlaşılır bir cümle kuracak mısın?"Diye sordum sözünü keserek. Güldü. O gülünce insan apışıp kalıyordu. Gülüşünde koşulsuz bir sevginin yansıması vardı. Gönül kapıları açılıyordu gülüşüyle. O gülerken siz kendinizi onun sıcacık yüreğindeymiş gibi hissediyordunuz. Beni sevdiğine inanmam için bu gülüş yeterliydi.
"Özür dilerim, sıktım seni... " Dedi.
"Sıkmadın..." Yemeklerimiz geldi. Temiz görünen bardakları çevirip sularımızı doldurdu. Suyun bardağa doluşunu izlerken susadığımı hissettim. Bardağı kavrayıp üç yudumda içtim suyu. Bardağı masaya bıraktığımda tekrar doldurdu. Bulunduğumuz mekan, yemekler, müzik ve sohbetimiz çok güzeldi ama umduğumdan da kısa sürdü. Ali hesabı ödedi ve kalktık ve soğuk havaya çıktığımızda ikimizde ürperdik.
"İnsan yaşadığını hissediyor değil mi ? Soğuk, sıcak, ılık bunlar hiç değişmiyor, her şeye inat aynı kalıyorlar, "dedi. Ona bakıp kafa salladım, keskin soğuğun içinde yürüyorduk. Gerçek dünyaya dönme zamanıydı. İnsanlar karıncalar gibi koşturup duruyordu. Benim baktığım yerden bütün bu koşuşturmacalar anlamsız görünüyordu. Kadının biri bir duvara oturmuş dinleniyor. Çocuklarıysa simitle karınlarını doyuruyordu. Küçük iki çocuk, ikisi de sarışın, yanakları kızarmış. Çocuklar hiç üşümez sanki, hiç şikayet etmezler aslında. Eğer biz öğretmediysek. Yol boyu konuşmadı benimle, konuşacak bir şeyler aradım ama kafam boştu. Sessizliğe mecburdum sanki, üşümeye mecburdum onunla birlikte. Bu kalabalık kaldırımlarda ki insanları seyretmekten keyif almışımdır hep. Ne telaşlı bir şehir. Ne çok sokak satıcısı, ne çok simitçi var. Güvercin ve martıların şehri, güvercinler için yem satarak para kazan yaşlıların şehri. En sonunda sokak satıcılarının giremediği o lüks caddeye çıktık. Vitrinler pahalı giysilerle doluydu. Özenle hazırlanmış ışıltılı vitrinlerin önünden geçtik. Ayrılık vaktiydi.
"Teşekkürler... Yemek güzeldi," dedim.
" Sohbet güzeldi, " dedi.
"Bana eşlik ettiğin için teşekkür ederim, yarın öğle yemeğinde kaldığımız yerden devam edelim mi?"
"Tamam olur; ama bu sefer ben ısmarlarım." Kaşlarını çattı, tatlı sesi kesin bir tonla "Bence bu iyi bir fikir değil , " dedi.
"Pahalı bir yer değil," dedim. Soğuk içime işlemişti. Ama ondan ayrılıp içeri geçmek istemiyordum. Yarın görüşeceğimiz için memnundum, yarın çok uzak gelse de.
"O halde yarın öğle vakti dükkanda olurum," dedi. Gelip geçen birkaç kızın dikkatini çektiğini fark etmiştim. Kaçamak bakışları önemsemedim. Hoşça kal demeden önce öylece dikilip durduk kaldırımın ortasında. Ne o nede ben yerimizden kıpırdayacakmışız gibi görünmüyordu.
"Nereye gidiyorsun şimdi sen?" Diye sordum. Yolun karşısındaki plazayı gösterdi.
"Orada çalışıyorum." dedi.
"Öyle mi? Yakınmışız, " dedim, beni hep şaşırtıyordu. Bunu neden söylememişti acaba.
"Sandığından daha yakınız,"dedi. Plazaya bakıyordum, yakınlarda çalışıyor olmasına sevinmiştim. Oysa hep burada dikilip duracakmışız gibi karşımda durmuş beni seyrediyordu.
"Anlaştık o zaman, iyi günler..." Diyip bu bekleyişe son verdim.
"Görüşürüz, sana da hayırlı günler" dedi. Ve ben sevimli dükkânıma doğru yürürken, o yolun karşısına geçiyordu... Yarında görüşecektik, belki diğer günlerde de. Dükkandan içeri girdiğimde Hasan da Selim baba da dikkatle beni süzdüler, camdan dışarı baktım, gözlerim onu aradı, daha demin yolun karşısına geçiyordu. Nede çabuk kayboluyor, diye iç geçirdim. Tatlı bir rüyada gezintiye çıkmıştım, kısa sürmüş olsa da inanılmazdı... İçeri montumu çıkarmaya gittiğimde Hasan da peşimden geldi.
"Kusura bakma seni yalnız bıraktım" dedi.
"Yalnız değildim ki Ali vardı." dedim. Montumun takılan fermuarını açmaya çabalıyordum.
"Kızmadın yani..."
"Kızmadım."
"Kimdi o, ne gerek vardı bu yemeğe..."diye sordu, yanıt vermedim. İnatçı fermuar açılmak bilmiyordu.
"Çok keyiflisin hayırdır," dedi. Hasan böyle söyleyince, fermuarla uğraşırken gülümsediğimi fark ettim. Kafamı kaldırıp ciddi bir yüz ifadesi takındım.
"Keyifliyim tabi. Her zamanki gibi... "
"Aman iyi , keşke bende senin kadar mutlu olabilsem. Hiç sormuyorsun bu çocuğun suratı niye asık diye." Benim keyifli halim onu pek ilgilendirmiyordu, sinirli bir hali vardı, ne olduğunu sorma gereği duymadım, nasıl olsa anlatacaktı, oysaki ben sadece öğle vaktinde yaşadıklarımı düşünmek istiyordum. Her anını, sesinin her rengini, her sözünü, gerçekten ne demek istediğini... "Biz Neşe ile oturmuş yemek yiyorduk Hatice geldi."
"Eski sevgilin Hatice!"
"Daha ona ayrıldığımızı söylememiştim yani söyleyecektim, Neşe ile işler nasıl gidecek bilemedim."
"Hatice'yi yedekte mi tutuyordun yani ."
"Aşk olsun Zeyno, ben öyle biri miyim?"
Sen skandalların insanısın, ünlü olmaman çok kötü, magazincilerin işini kolaylaştırır; haftalık diziler gibi haber olurdun ."
"Sen dalganı geç, kıyamet koptu, ikisi de beni terk etti, ne yapayım şimdi ben."
"Kızlardan özür dile, ikisinden de uzak dur. Bir daha da iki kızı birden idare etmeye kalkışma. Benzer bir durum halinde, bana gelip teselli etmemi bekleme, kadın dayanışması diye bir şey var. Çok işim var Hasan, ne olursun biraz sessizlik istiyorum." Onu kızdırdığımı biliyordum, ama aklım çok doluydu ve söyledikleriyle ilgileniyormuşum gibi yapmak hiç olmadığı kadar zordu. Ayrıca onun hikayelerinin bir sonu yoktu, bu kadar hızlı bir hayat yaşıyorsa, olanları daha az ciddiye almalıydı.
"Ali Bey'le ilgilenirsin artık... "diyip hırsla küçük mutfağa geçti. Bana kızmıştı ama biz birbirimizi hep kızdırırdık yeni bir şey değildi . Yinede yüzüme hiç bakmamasından rahatsız olmuştum. Sessizliğe ihtiyacım vardı, bunu anlamak çok mu zordu. Birkaç kadından daha karmaşık bir adamın çekimine kapılmıştım ve kendimde değildim. Gidip her zaman ki yerime oturdum ve çekmeceleri karıştırdım. Atölyeye göndermek için çizdiğim birkaç taslağı kontrol ettim ve yarım kalmış bir tanesini tamamlamak için çalışmaya koyuldum.Elimde ki işle uğraşırken düşünmeye ve hayal etmeye devam ettim. Alışılmadık duygular tahmin edilmez bir biçimde yoğundular ve bana yabancıydılar. Bir adam tanıdım ... Ve her şey değişti... Şimdiden...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ESİLA'NIN KAYIP KIZI(tamamlandı)#wattys2017
Fiksi Ilmiah"Aşık olduğum tek kadın. Nasılda hırçın, pervasız. Bu şehir midir bende ki aşkı harlayan? Bir mum gibi eritip, ay misali ışıtan. Nasıl da vuruyor bakışları insanı bağrından. Hüzün kokan sokakları kopup gelmiş geçmişin hazanından...