6-Araf

217 17 2
                                    

EYMEN (ALİ)

O bakışlarla nasıl bir hasretin umudunu yıktığını bilmezdi. Merakla, hayranlıkla bazense şüpheyle bakan o gözlerinin bana neler yaşattığını da. O boş yabancı bakışları ok gibi saplanıyordu içime, zamanın ötesinden gelen bu hasretin ardından gelip de dikildiğimde karşısına, bir bilse ne kadar zor geliyor beni tanımıyor olması.
Bu defa etrafta öylesine gezinen bakışların benim gözlerime değdiğinde kalakalsın , bu defa bin yıllık bir özlemle beni karşılamanı umut etmiştim. Aynı acıyı, aynı hasreti, aynı sevinci görmeyi ummuştum bakışlarında. Öyle çok habersizdin ki kendinden. Ve öyle kördü ki bakışların. Tarifi mümkün olmayan hüzünlü bir sevinçti buluşmamız. Kendi içinde kaybolmuş sevgilim, bırakıp gidemediğim, arayıp bulsam da kavuşamadığım.
Aklının bir köşesi hep sende Espila... Bekliyor mudur? Aynı ateşin sıcağında mı şekil alıyor insanlığımız? Aynı yokluk, aynı varlıkta mıyız? Nasıl olurda o narin bedende kaybolur o yüksek ruh.
Anılarını hastalık zanneden bir halkın, kalıplaşmış şartlanmaları her şeyi daha da zorlaştırıyordu. Yolunu aydınlatmalıydım yine, eskiyi anımsaman, kendini bulman için.
Eski zarif halleri geldi hatrıma, kendinden daha emin, hatta korkusuz , ta içime bakan. Her şeyi bilir gibi... Şimdi onu böyle yapan neydi?
Şaşkın ver ürkek... Şifa niyetine kullanılan bu haplar, gözle görülür bir yıkım gerçekleştirmisti.
Başına doladığı atkının altından bir çocuk gibi savunmasız bakıyordu etrafa, gözlerime bakmaktan kokuyordu adeta. Kendini yaşamaktan, hatıralarından. Uzun saçları alelacele toplanmış... Espila kadar duru değil içi, karışık, konuşup duruyor kendisiyle. Ama aynı bakışlar işte... Aynı neşeli huzuru tadıyorum yanında. Toy bir delikanlı misali şaşkın, bin yıllık geçmişimizin ağırlığına rağmen.
Hızla odama gidiyordum. Geniş koridor boyunca meraklı çalışanları selamladım. Hepsi merak içindeydi, bazıları haddinden fazla huzursuz, bazısı endişeli, bazısıysa safi umutluydu. Ama yakın zamanda sıkıntı edilecek bir durum olmadığını anlayacaklardı, güvenlerini kazanacaktım. Rahatsızlıkları beni tedirgin ediyordu. Bir sis hâlinde cevrelerine endişe salgılıyordu vücutları. Gördüklerim onların düşleyebilecekleri sınırların ötesindeydi. Odama girip kapımı kilitledim, derin birkaç nefes aldım... Ademoğluyla yaşamak bu ahvale alışmak benim için tüm Esilalılar için olduğundan daha zordu. Nitekim bir zamanlar ben de bir beni ademdim.
Masama oturdum, üzerinde bakmam gereken mali dosyalar yığınına göz attım. Şimdi o hesapları ince ince eleyip dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi davranmalıydım. Burada olduğum birkaç zaman içinde anlamıştım ki insanlar yaptığı işlerin hakkını vermiyorlardı. İç geçirdim.
Dışarıda gördüğüm siluetleri düşünmemeye karar verdim ve Zeynep'e odaklandım. İnsanoğlu her şeyi unutabilirdi, tüm geçmişini, verdiği tüm sözleri ve hatta bu dünyada bulunma sebeplerini bile. Ama bazı ruhlar; unutulmuş her şeye rağmen aynı kalıyordu işte. Beni unutmak istemediğini bilsem dâhi bilmek yetmiyordu. Bu tatsız yabancılık duygusuna alışmış olmalıydım. Eski zamanlar hazırlamış olmalıydı beni bu güne... Bana hediye edilmiş her hayatta aradığım, her defasında unutarak beni cezalandıran kadın.
Hibe ettigi hayatın hakkını verememek en korktuğum şeydi. Ve tanımadan yanımdan çekip gitmesi. Hep yaptığı gibi. Geçmişte Espiladan aldığım hayat ve aşk, beklenti ve korku efsaneler cehennemine dönüşmüştü. Oysa yanı başındayken toy Eymeni, ademliğimden kalma eski beni yaşıyordum yine.
"Seni tanımış olsaydım unutmazdım," demişti . İnsanlar böyleydi, söylenen sözlerin geçmişinden bihaber. Sadece laf olduğunu bilsem bile bir nebze olsun ferahlamıştım.
Her şeyi unutmak isteyebilirdi ve yeniden hatırladığında bir bebek gibi heyecanla onları onurlandırmak isteyebilirdi, ama ben unutmak istediklerinden biri değildim. Ona kızabilir miydim ki; kahve rengi gözleri heyecanla parlarken ve sıcacık gülümsemesi o uzaktayken içime açılmış tüm yaraları iyileştirirken... Ruhlarımız birbirine akarken.
Yorgun düşmüştüm bu yolculuktan. Minnet, sevgi, aşk, vefa, talihsiz bir bıkkınlık. Kalkıp cam kenarına doğru yürüdüm ve küçük dükkânı seyre daldım. Boğaza bakan muazzam bir oda ayırmışlardı bana ve alt katta caddeye bakan bir yer tercih ettiğimi söylediğimde hayrete düşmüşlerdi. Zeynep'e en yakın yeri seçmiştim...
Ona yakın olmak isteyen bendim, kaçmak isteyen yine ben. Şimdi içimde benim bile bilmediğim şeyler sırlanmıştı. Aşkım mı güçlü, yılgınlığım mı? Vefâm mı, yorgunluğum mu?
Tüm yakınlarım bu hikâyenin küllenmesini arzularken, yeniden ateşlendirmek doğru muydu? Artık eskisi kadar kararlı değildim.
Konuştuklarımızı düşündüm, ne kadar havadan sudan konuşsak ondan uzağa düşecektim sanki, ne kadar derine dalsam, o kayıp gidecekti elimden. Bir denge üstünde yürümeye çalışmak, o düşmeden, ben kendimi ona yabancı hissetmeden. Sonunda göründü işte... İçinde bulunduğum binayı dikkatle süzerek yürüyordu, bir an geri çekilmek istedim ama beni göremezdi, koyu renk camların ardında dışarıdakiler için görünmezdim. Saate baktım sabahın dokuzuydu, geç kalmıştı.
Onu görünce yine umutlu ve huzurlu hissettim. Bocaladığım gerçeğini unuttum.
Pusulası binlerce yıl aynı kadını göstermiş bir adam; huzuru, sevgiyi, heyecanı, yakınlığı, dostluğu, arkadaşlığı onda bulmuş. Üstelik bunca mazi, bunca paylaşılmış keder ve üzüntü varken. Atlatılmış badireler, yanındayken duyduğum eşsiz tamamlanmışlık hissi...
Esila genleri beni sadık bir eş yaparken, insan yanım toy ve sabırsızdı. İşte kafamdaki soruların en içinden çıkılmaz olanı... Bu sadakat dâha ne kadar sürecekti.
Son bir kez devasa binanın girişine baktı, sessizce bekledim, boş bakışları üzerimde gezindi, yanına koşup her şeyi anlatma isteğine direndim. Onu götürmeliydim buralardan, benim yüzümden gidemediği o yere; Esilaya...
İnsani bir bıkkınlıkla geçip masama oturdum. İncelemem gereken dosyaları gözden geçirdim, bir saat içinde işimi bitirmiştim, masayı düzenledim.
Vakit erkendi, benim içinse yeterince geç... Gidip bu vazgeçilmez kadına kendisini tanıtmalıydım. Onun dostluğunu özlemiştim. Bütün kararsızlıklarımı duru düşünceleriyle aydınlatırdı bir zamanlar. Espilanın hafızasıyla birlikte ailemi kaybediyordum. Koca bir yalnızlık kalıyordu geriye.
Paltomu koluma aldım, daha fazla burada duramazdım, beni beklediğini biliyordum. Yine ona gidiyor olmanın ferahlığını hissettim. Gülümsedim.
Ahşap oymalı kapıyı actığımda Begüm Hanımla karşı karşıya geldim, gülümsemem yüzümde donmuştu, ona gidişim birkaç dünya dakikası daha gecikti.
"Çıkmadan yakaladım neyse ki, öğle yemeği için harika bir yer biliyorum, beraber gidebiliriz diye düşündüm." Uzun topuklarıyla birlikte neredeyse benim boyuma geliyordu. Kilolu değildi, ama iri kemikliydi. Yeşil gözlerinde tanıdık, kendinden emin bir ifade vardı. Bir hanıma hayır demek zorunda kalmak hoşuma gitmedi.
" Önceden verilmiş bir sözüm olmasaydı teklifinizi memnuniyetle kabul ederdim. " Gözlerinde hayal kırıklığı yoktu. Ama vazgeçmedi.
"O halde akşam yemeğinde beraberiz," dedi. Israrcıydı.
İnsanlarla ilişkilerimizi asla ilerletmezdik. Esila halkının bu noktada katı kuralları vardı. Mazinin ağırlığı, insan ırkının efsanelere karışmış zulümleri. Sayılı bir zümre ile iletişimde olan esilalılar bu halkayı genişletmek niyetinde değildi. Akşam için sözleştik.
Ve ben de olmak istediğim yere, şirin takı dükkanına doğru yola koyuldum. Yolun karşısına geçtiğimde dükkanın içini görebiliyordum, Hasan adındaki genç çocuk bir şeyler anlatıyor, Espila çizim yapıyordu. Kapıyı açtığımda bakışlar bana yöneldi, Zeynep'in gözleri şaşkınlıkla açıldı, sonra eskileri hatırlatan bir ışıltıyla parladılar. Uzaklıkların en iyi yanı, geri geldiğinizde sıcacık bir gülümsemeyle karşılanmaktır. Bütün bocalamalarım onun tanıdık enerjisiyle son bulmuştu.
Selim Bey sesimi duyup yanımıza geldi. Zeynep 'in yüzünün nasıl aydınlandığını görmezden gelemezdi, ona yaklaşmama izin vermesi gerekiyordu. Zeynep'i bırakıp eve dönmeye niyetim yoktu. Üstelik Zeynep ve benim için iyi olan neydi, oda emin olamıyordu. Her şeyi olduğu gibi bırakmak istiyordu. Selim Bey'e göre Zeynep beni tanımadan yaşamına devam etmeliydi, Zeynep'ten sorumlu hissediyordu kendisini.
Biz ďükkandakilerle hasbihâl ederken, Zeynep İçerideki odaya girip kayboldu, elinde montu olduğu halde geri döndü. Üzerini giyiniyordu, bugün biraz daha iyi görünüyordu.
Her seyi arkada bırakmış kalabalık caddede yan yana yürüyorduk, etraftaki her şey bulanıklaştı, net olan tek şey, bu bir altmış boyundaki küçük kızdı, uzun kahverengi saçları rüzgarda uçuşuyordu, hafiften kabarmış karışık saçlarının altındaki beyaz çocuksu suratı çok güzeldi. Ben ona bakarken simsiyah kirpiklerinin altından bakan kahverengi gözlerini yere indirdi.
"Nereye gidiyoruz?"dedim, bakışlarını önünden kaldırıp gözlerime bakmasını umarak. Başını gökyüzüne kaldırdı ve sesini duymama müsaade etti.
"Hava güneşli, deniz kenarında balık ekmek yemeye ne dersin?" Dedi. Cevabımı beklemeden ekledi .
"Başka bir yere de gidebiliriz ."Sıcak bakışları karışmış, gözlerime kilitlenmişti, bu kadar önemli mi senin için, nerde olduğumuz, ne yediğimiz. Bütün paylaştıklarımız bir hâyal olmuşken üstelik.
"Balık ekmek iyi fikir, iyi bir balıkçı biliyor musun? "diye sordum.
Hasanla gittiğimiz bir yer var.
"Aslın da onu da davet etseydik iyi olurdu."
"Sakıncası yoksa seninle yalnız olmayı tercih ederim," dedim. Çocuksu suratını büzüştürdü ve başını öne eğdi, bana doğru dönmemeye özen gösteriyordu, saklamaya çalıştığı küçük gülümseyişi görmemiş gibi yaptım. Bir kaç dakika sonra dudaklarını kontrol altına almış olsa da, gözlerinin içi gülüyordu. Teknelerin hepsini geçti ,en sonda ki ahşap görünümlü küçük teknenin önünde durdu, bende arkasındaydım. Burası biraz tenhaydı, en sonda olmasından kaynaklanıyor olabilirdi. Küçük iskemlelere oturduk, ortada iskemlelerden biraz büyük olan hasır sehpa duruyordu. Samimi bir ortamdı, tatlı rüzgar yosun ve balık kokusunu dağıtıyor, onun güneşte ışıldayan saçlarında geziniyordu, gözlerini kapatıp gülümsedi, rüzgarın tenini okşaması hoşuna gitmiş gibiydi, derin bir nefes aldı. Mutlu görünüyordu, en az benim kadar. Balık ve salata söyledik, balıkçı tarafından oldukça hoş karşılanmıştık. Her şey hızla servis edildi.
"Hapları bırakmışsın." dedim. Şaşırmış bir kız çocuğu gibi baktı yüzüme...
"Nereden anladın?" Diye sordu sonrasında, kaşları çatıldı.
"Daha iyi görünüyorsun." Mahsunlaştı.
"Bu ikimizin arasında kalsın. Hasta olmadığımı düşünen tek kişi sensin biliyor musun? Böyle düşünmen bana iyi geliyor,"dedi. O böyle durgunlaştığında neler yaşadığını anlamaya başladım. Hasta olduğunu düşünen sevdikleri ve ne olduğunu anlamadığı hatıralarıyla baş etmeye çalışıyordu. Ve onu uyuşturup, mutsuzlaştıran ilaçları kullanmayı tek çare sanıyordu. Kendisiyle, geçmişiyle mücadele ettiğinin farkında değildi.
"Teşekkür ederim," dedim.
"Ne için," dedi. Bugün hep gülümseyecekti anlaşılan. "İlaçlardan kurtulduğun için ve böyle gülümsediğin için..." Tekneye bakıyordu, dalgınlaşmıştı, ben konuşurken de bakışlarını tekneden ayırmadı. Tatlı bir masalı anlatır gibi fısıldadım.
" Kainatın bir yerinde, insanlara benzer naif bir ırkın yasadığı, huzur kokan bir gezegen var. Orda nefret ve kavga yok. Savaş yok. İnsanlarda seni endişelendiren hâllerin hiç biri mevcut değil. " Durdum bir an, sölerimin tesir etmediği gözlere baktım. Sonra toy bir yürekle sordum.
"Öyle bir yerde yaşamak ister miydin, her şeyin kusursuz olduğu bir yerde?"
"Bilemiyorum".
Umutsuzlukla baktım gözlerine. Tatlı bir gülümseme belirdi dudaklarında. Cevabını yineledi.
"Bilemiyorum".
Belki her şeyi bilseydi bile benimle gelmezdi, o burada sevdikleriyle beraber mutluydu, bana ihtiyaç duymadığını anlamamla ufak bir sancı duydum. Düşüncelerim bir buhran hâlinde içimi delip geçiyordu, onun dikkat kesilmiş bir biçimde beni izlediğini fark etmem birkaç saniyemi aldı. "Öyle bir yer olsaydı sen gitmek ister miydin?" Sesi kısık ve cansız çıkmıştı, bana bakıyordu, bomboştu gözleri.
"Gitmeli miyim ?" Omuzları çöktü, elindeki balıklı sandviçi tabağa koydu, onun için bu kadar zor bir sorumu sormuştum.
"Burada olmak için iyi bir sebebim var demiştin" kader ondan uzaklaşma mı istemiyordu, isteseydi bende onun gibi unutturulurdum. Omuzlarını dikleştirdi, gözleri hınzırca parıldadı, tek kaşını kaldırıp
" Gitme. Ne denli güzel olsa, İstanbul gibi olamaz," dedi.
" Bırakıp gidemiyorum," diye fısıldadım. Benim yerimde sen olsaydın biliyorum ki sende gidemezdin. Yüzü aydınlandı, gitmemi umursamayacağını düşünmem aptalcaydı.
" Ailenle mi yaşıyosun," diye sordu. Sesi cıvıl cıvıldı, yüzü güneşte parlıyordu, soğuk dudaklarının pembesini cezp edici bir kırmızıya dönüştürmüştü, küçük ağzı kalemle çizilmiş gibiydi, yeterince kalın dudakları davetkar bir masumiyete sahipti.
"Ben buraya gelmeye karar verdiğimde, bunu ailemizde ki hiç kimse onaylamadı. Kadir ve Yiğit'i bana göz kulak olmaları için arkamdan yolladılar. Onlarla arkadaşlığımız çok eskiye dayanıyor."
" Birde Murat var, yakın dostum, neyse ki o da benimle gelmeyi seçti."
"Peki Selim bey? " Kuru bir şekilde "evet o da bizim oralı," diyebildim. Bağlantı kurmasını beklemiyordum.
"Burayı sevdin mi?" Diye sordu. Neden daha çok soru sormuyordu? Onu tedirgin eden tam olarak neydi? Henüz cevaplayamadığım diğer sorular gibi görmezden gelip, sorusunu yanıtladım.
"Sevdim "dediğimde mutlulukla gülümsedi.
"Güneşli havalarda buraya gelebiliriz, ama yarın yemek ısmarlama sırası bende," dedim.
"Bütün öğle yemeklerinizi bana rezerve edebilir misiniz? " Diyip elimi uzattım. Hiç düşünmeden üşümüş elini avucumun içine bıraktı, tatlı sesi "memnuniyetle" derken neşe doluydu. Elini dudaklarıma değdirdim. Son hayatımızın ilk dokunuşlarıydı bunlar. Mahcuptu, ne yapacağını bilemedi, tatlılıkla gülümsedim, rahat olmasını istiyordum. O beni yeni tanıdığını sandığından, olması gereken uzaklıkları aşıyorduk. Asırlar boyunca tanıdığım bu küçük kadından başkasını sevmemiştim, sonsuz sabrım onun yumuşacık ellerini tutarken yara alıyordu.
Ne yapacağını bilemez halde avucumun içinde ki eline bakıyordu. Elimi gevşettim ve çekmesine izin verdim. Bir müddet bana bakmadı, etrafı izledi. Değişik bir hayattı onun ki, karmaşık. Benim uzak kaldığım bir düzen vardı burada, içime sakladığım bir hayatı yaşıyorlardı. Bende onlar gibiydim, bunun hep farkındaydım. Bu gelip geçen insanlardan bir farkım olmaması bana ne hissettirmeliydi bilemiyordum. Onlarla yaşamak istediğim olmuştu, belki o zaman hayat daha kolay olurdu. Hata yapmak serbestti, nasılsa unutulacaktı yaptıklarım, ilk önce ben unutacaktım tabi. Etrafa bakınıyordu, onu utandırmış olmalıydım, benden uzaklaşmak ister gibi bir hâli vardı. Ben yokmuşum gibi davranmasına dayanamadım.
"Ne düşünüyorsun?" diye sordum. Rüzgarda uçuşan, karışmış saçlarının arasından bana baktı. "Hiç" deyip geçiştireceğine emindim.
" Bazen çok üzgün görünüyorsun, sebebini düşünüyordum."dedi. Bana olduğu kadar hislerime yabancı değildi anlaşılan, bunu fark etmiş olması iyi değildi. Yanıtlarken ne kadar dürüst olabilirdim ki. Bazen durgunlaşıyordu, sebebi bende gördüğü hüzündü belki de. "Cevabım hoşuna gitmeyebilir," dedim.
"Olsun, bilmek istiyorum." dedi. Dürüst davrandım, ama onun anlayabilmesi için yeterli değildi bu.
" Senin için sadece bir yabancı oluşuma üzülüyorum Zeynep." Sadece baktı bana, bir şey söyleyemedi. Dudakları aralandı bir an konuşacak sandım. Ama konuşmadı.
" Hoşuna gitmeyeceğini tahmin etmiştim," dedim.
"Yanlış." Etrafı izlemekten vazgeçip bana odaklandı.
" İlk karşılaştığımız gün, o gün neden üzgündün..."diye sordu. Hiçbir şeyden haberi yoktu ama, hissediyordu işte.
" Sana mantıksız gelebilir, ama o zamanda sebep farklı değildi, "dedim. Tepkisini ölçmeye çalıştım, masum bakışlarından ne düşündüğünü okuyamadım.
" Seninle ilgili her şey mantıksız Ali. " Diyip geçiştirdi. Beceriksizce hislerini anlatmasını izlemek beni keyiflendirmişti. Bunu oda biliyordu, aklı itiraz etse de bana güveniyordu.
"Kalksak mı artık" dediğinde saate baktım, onu erkenden almama rağmen zaman yeterli gelmemişti.
"Üşüdüysen çayı başka bir yerde içelim."
"Çayı dükkanda içseydik, " dedi.
"Ama orada baş başa olamayız, bir saatini daha istiyorum senden." Ufak bir gülümseyişle davetimi kabul etti. Ansızın hayatına dâhil olan bu adamı anlamak zor olmalı onun için.
Sahil boyunca yürüdük, burası hiçbir zaman aşıkların mekânı olmamıştır herhalde, buraları pek bilmezdim ama telaş içinde koşuşturan insanlar, çantalarını sırtlanmış farklı milletlerden turistler, bağrışan işportacılar, balıkçılar, ortam pek huzur verici görünmüyordu. Kalabalık bir alt geçide girdik, gürültülüydü ve bayat balık kokuyordu. Küçük bir çarşı andırıyordu. Her türlü eşya satıldığı izbe bir mekândı. Bir an onu kaybettim, bulduğumda oda beni arıyordu, elini sıkıca tutup, yanıma çektim, diğer elimle belinden tutmuştum.
"Bir yere kaybolma, "dedim. Elini elimden çekmeye çalışmadı, bende bırakmadım . Semtin arka sokaklarında doğru yürüdük, ortam tenhalaşmıştı, avucumun içindeki beyaz pamuk eli ısınmıştı, bir pastane gözüme ilişti, sakin bir yere benziyordu.
"Hadi gel çayımızı burada içelim," dedim." Nostaljik bir havası vardı bu yerin, yumuşak çikolata kokusu onu gülümsetmeye yetmişti, içeriye süzülürken elini bıraktım, koltuk biçimindeki kırmızı sandalyeyi hafifçe çekip oturmasını bekledim... Ben bunları yaparken tatlı gülüşü genişledi.
"Bir şey mi kaçırdım?" dediğimde cevap vermek için biraz toparlanmaya çalıştı.
"Bu nezaket çok hoş, ama bu zaman ait değil gibi... "Dedi.
"Bütün zamanlara ait olmalı aslında, bizim gibi..." Cevap vermedi anlamazmış gibi bakan bakışları donmuştu, ısrarla devam ettim...
" Ben tüm zamanların insanıyım, o yüzden her şeyim sana garip geliyor. Alışabilecek misin?
" Alışırım." dediğinde sesindeki solgunluk üzerine fazla gittiğimi düşünmeme sebep oldu. Suçluluk duygusuyla onu memnun etmek için bir şeyler söylemek istedim ama; aklıma söylenmemesi gereken gerçeklerden başka bir şey gelmedi. İki yeni tanışmış insan kadardı yakınlığımız, buda fazla bir şey sayılmazdı. Yüz yıllarca içinizde biriktirdiğiniz sevgiyi, özlemi ve hayatınıza dair anlatmak istediğiniz her şeyi, gerçekten paylaşmak istediğiniz tek kişi karşınızda dururken... Susmak... Sadece susmak kalıyordu bana. Böyle bir kaderi reddedebilir miydi? İnsan oğlu sayısız çeşitlilikte halleriyle bir muamma değil miydi? Bazıları yaratıcıyı bile reddederken, onun bana inanmama ihtimaline incinme hakkım olabilir miydi? "Delisin sen,"diyip gülebilirdi halime, Bu defa hangi şatlanmalarla savaşmam gerekiyordu ona ulaşabilmek için?
" Senin kadar zarif olmak isterdim, tüm zamanlara ait değilim ben... " Dedi. Neşesini sahte bir hüzünle perdelemişti.
"Çok zarif ve güzelsin, benim gibi birini asırlar boyunca peşinden koşturabilirsin... Sadece bilmiyorsun ..."
"Senin kadar zarif olmadığımın farkındayım, "dedi.
"Yanılıyorsun, ruhlarımız aynı hoş nezakete sahip." Tatlı ve çay siparişlerimiz o arada geldi. Sözlerim ona boş iltifatlar gibi gelsede doğruydu.
" Ablana benden bahsettin mi?" diye sordum merakla... Vakit kazanmak ister gibi tatlısını kaşıkladı. Daha ağzındakini yutmadan...
"Balıktan sonra tatlı iyi geldi." Bir şey söylemedim, sorumu yanıtlamasını bekliyordum.
"Bahsettim," dedi. Çayını yudumladı.
"Yani kısmen, seni ilk gördüğüm gündü... " Sözünü kestim... "Görüştüğümüzü bilmiyor demek." Arkama yaslandım, karışmış yüzüne baktım.
"Günün geri kalanında sen neler yapacaksın?" Diye sordu.
"Bir toplantım var. Sonra akşam yemeğe davetliyim" Önce saatine, sonra hala benim tabağımda duran tatlıya baktı. "Yemek ister misin?" Diye sorarken tatlı tabağını ona doğru hafifçe ittim.
"Ona anlatmam gerek." Pastane sakindi, kolaylıkla birbirimizi duyabiliyorduk. Ablasından bahsediyordu, bu konunun onu rahatsız ettiğini belliydi.
" Neden anlatmadın?" Çocuksu bir mahcubiyetle kızardı. Üstelemedim.
" Anlatmaya da bilirsin." Beraberce pastayı kaşıkladık...
" Hikayen yarım kalmıştı..." dedi. Hikayeyi umursamadığını düşünmüştüm...
"Hikayenin devamı için uygun zamanı bekliyorum..."
Çayımı alıp içtim, yüzünde anlamayan bir ifade vardı. Biraz kızmış gibiydi...
" Her şeyin sonraya bırakıyorsun! Hem sonrası var mı bakalım?" Diye söylendi. Cevap vermeme kalmadan...
"Artık kalkalım mı?" Diye sordu. Nasıl olurda benden ayrılmaya bu kadar hevesli olabilirdi.
"Olur" dedim hoşnutsuzlukla. Beraberce şehrin kalabalığına karıştık, bulutların gelişiyle, yalancı bahar sevinci kaybolmuştu, güneş ışığını bulabilmek umuduyla gökyüzüne baktı yine gülümsedi.
"Ne için gülümsüyorsun?" dediğimde bana döndü.
Kahverengi kısa montuna sokulmuştu, onun içinde olmaktan memnunmuş gibi bir hali vardı. Bacakları kendisiyle çelişen bir hızla hareket ediyordu, giydiği kot bacaklarını soğuktan koruyamıyor olmalıydı. Yağmur başlarsa eskimiş spor ayakkabıları su alması muhtemeldi.
" Gök yüzü içimi ferahlatıyor."
" Sence bu gökyüzü ne saklıyor bizden? " Diye sordum. Bir şey söylemeden yürümeye devam etti.
" Bilmiyorum."
" Öğrenmek ister miydin? Orada neler olduğunu..." Ona odaklanmıştım, kalabalığı, etrafın birbirine girmiş seslerini görmüyor ve duymuyordum.
"Bazı şeyleri yaşamadan bilemezsin, ama bu biraz korkutucu..." Korkutucu olmaması gerekirdi, daha cesur olmalıydı. Evrenin inanılmazlığına daha açık olmalıydı. Böyle olmasını isterdim, onun için hayal kırıklığı olmaktan korkuyordum. Dükkâna gelmiştik ani bir gök gürültüsüyle irkildik.
"Hoş geldiniz." diyerek karşıladı bizi Selim Bey...
"Çok mu geciktim "diye sordu Zeynep özür dileyen bir sesle tonuyla. "Hayır gecikmedin , hem evle dükkan arası gidip geliyordun, arada bir böyle değişiklilere ihtiyacın olduğunu akıl etmem gerekirdi" Bu benim içinde bir onaydı. Selim Bey doğasına aykırı bir şekilde bana karşıydı. Muhtemelen eve gittiğimde konuşacaktık.
Hasan içerdeki küçük mutfağa gidip kahveleri yapmaya başladı, küçük kırmızı sandalyelere oturduk, Zeynep montunu içeri bırakıp tezgahın arkasına geçip masasına
oturdu. Özenle dizilmiş camekan çok yüksek sayılmazdı, gümüş takılar tezgahın içini süslüyordu. Zeynep'in masası derli topluydu, masa üzerinde ki diz üstü bilgisayar açıktı. Masanın altındaki ince çekmeceler takı malzemeleriyle dolu olmalıydı, onun için tasarlandığı belli oluyordu. Çekmeceyi açıp içinden üzerinde çalıştığı parçacıkları masanın üzerine dizdi, ben henüz oradayken çalışabilecekmiş gibi görünmüyordu.
Tezgahın üzerinde birkaç çizim olduğunu gördüm, kalkıp çizimleri aldım. Güzel zarif tasarımlardı, göz ucuyla bana bakan Zeynep'e baktım. Ne düşündüğümü öğrenmek için deli oluyordu. Yüz ifademi değiştirmeden geçip koltuğa oturdum. Sayfaları dikkatle inceledim. En sonuncusu bir takıdan çok daha fazla şey ifade ediyordu. Gördüğümde çarpılmışım gibi hissettim... Benim geçmişte onun için yaptığım bir kolyeydi bu, zarif kıvrımları küçük pırlantalarla bezenmişti. Çizimi ona doğru çevirip görmesini sağladım.
" Hangi taşı kullanmayı düşünüyorsun?" Diye sordum...
" Pırlanta..." dedi.
"Böyle bir kolye yapmak nereden aklına geldi?" Dedim. "Rüyamda gördüm. Beğenmedin mi?" Dedi. Kaşlarını kalkmış, merakla yorum yapmamı bekliyordu.
" Anlamlı, ama bu ortadaki taşlar biraz daha büyük olmalı." Bu boynu saran bir kolyeydi, birbirine dolanmış biri kaç sert zincirden oluşuyordu. Zincirlerin üzerinde belirli aralıklarla küçük taşlar parlıyordu. Ortasındaysa parlak elmas taşların hepsine ayrı bir anlam yüklemiştim o zamanlar. Sade ve ışıltılıydı. Espila misâli. Bunu onun için tasarlamıştım, şimdiyse o benim için tasarlıyordu. Beni içinde sakladığının beyanıydı bu, ruhu bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu sanki ... Tıpkı o gün gördüğüm resim gibi... Telefondaki resmi görmem onu utandırmıştı, fotoğraftaki adam bendim. Resmimi çekmişti, bana olan yakınlığı hakkında hiçbir fikri yoktu...
" Çizimlerin gayet başarılı," dedim. Geçmişten gelen hatırayı içlerinden çıkararak...
"Bunu alabilir miyim?" Diye sordum. Kocaman bir gülümsemeyle Selim Bey'e baktı, sonrada bana...
"Tabi ki... Alabilirsin..." Selim Bey hayal kırıklığıyla bana bakıyordu. Bu bağı anlamamasının yanı sıra işaretleri de görmezden geliyordu. Bende onu görmezden geldim, Esila'lı değildim, onlar gibi olamazdım. Bana armağan edilmiş bu bağ yokmuş gibi davranamazdım. İçimize yerleştirilmiş olan bu bağlılığın sorumlusu biz değildik.
Selim Bey'le sohbet ederken biraz etrafı inceledim, o hep buradaydı. Burayı seviyor olmalıydı. Dükkan oldukça ferahtı, eşyalar özenle seçilmişti. İmitasyon ve boncuklu takılarsa dükkanın farklı bir uzantısında ki camekânda sergileniyordu, arkasındaki masa ve sandalyenin sahibi Hasandı. Hasan'ın karşısında ki duvarda ki başka bir vitrindeyse oldukça pahalı ve bazıları antika değeri taşıyan nadide parçalar sergileniyordu. Onun arkasındaki masadaysa Selim Bey'in masası ve sandalyesi duruyordu. Masalar, sandalyeler, bilgisayarlar aynıydı, her şey bir uyum içindeydi. Her tezgahın önünde konuklar için koyulmuş iki kırmızı koltuk ve ortaların yeterince yüksek şık bir sehpa bulunuyordu. Dükkânın tam ortasında yere gömülü cam vitrinin içi, altın renginde bir kadifeyle kaplanmıştı, içi göz alıcı antika süs eşyalarıyla doluydu. Bu kadar hoş ve değerli takıları ancak Selim Bey gibi biri böyle ayaklar altına serebilirdi. Hasan kahveleri getirdi ve bir sandalye çekip aramıza oturdu.
Tatlı bir sohbete daldılar. Sessizce bir müddet onları seyrettim. Uzun zamandır birlikte olmanın rahatlığı ve samimiyetine sahiptiler. Aslında bizimde sahip olup da kaybettiğimiz o yakınlığa.
Neyse akşam bana gel de biraz konuşalım Eymen olur mu?" Adım söylendiğinde ona baktım, alnı kırışmıştı, bana neden Ali demediğini anlamaya çalışıyordu. Selim Bey'le konuşmaya devam ettim. "Tamam gelirim. Ama akşam yemeği için biriyle sözleştim, gecikir miyim bilemiyorum."
"Kız meselesi mi?" diye sordu Hasan kocaman bir sırıtmayla. Gözlerim Zeynep'in karışmış yüzüne kilitlendi, bana uzun gelen birkaç saniye boyunca ona baktım, cevabımı bekliyordu.
"İş arkadaşım, " diyebildim. Kahvemi bitirmiştim.
"Toplantım var gitsem iyi olacak" diyip ayağa kalktım.
"Tamam, akşam bekliyorum, saat kaç olursa olsun.." Dedi Selim Bey. Hasan'a dönüp baktım. Kahve için teşekkür ettim.
"Yarın öğle yemeğinde buluşuruz Zeynep."
Gözlerimde görmüş müydü yarım kalmış meselelerimizin can sıkıntısını, bilseydin içimde, yüreğimde kurulan arafı böyle gitmeme izin verir miydin?
Güçsüz sesi "İyi günler," diye mırıldandığında bakışlarımız son defa buluşmuştu.
"Hayırlı günler "dileyerek ayrıldım yanlarından.
Yine en başındaydım. Asırlara şahit ruhum nasıl bu denli taze kalabiliyordu. Nasıl da deneyimlerim anlamsızlaşıyordu onun gözlerine baktığımda. Şahit olduğum her şey yalan. Tüm anımsadıklarım. Onun karşısında genç bir delikanlıyım... Öncesi ve sonrası olmayan. Espila... Geçmişim... Espila bugünüm...

* * * *

ESİLA'NIN KAYIP KIZI(tamamlandı)#wattys2017Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin