(Bir beni Adem... Ali... Eymen)
Aşık olduğum tek kadın. Nasılda hırçın, pervasız. Bu şehir midir bende ki aşkı harlayan? Bir mum gibi eritip, ay misali ışıtan. Nasıl da vuruyor bakışları insanı bağrından. Hüzün kokan sokakları kopup gelmiş geçmişin hazanından. Masallar akıp geçmiş üzerinden. Hepsi ayrı bir koku, başka bir doku bırakmış çehresinde. Nasıl da yer bulmuş efsanelerde. Bunca zamandır hasretiyle yanar ha yanar, öyle ki güneş İstanbul'u görmek için doğar... Acısı aşığın kıskançlık sillesi, neşesi paylaşılamayan kadının öldüren cilvesi. Ayazında aşk tüter bu şehrin, sokaklarında ki misk kokusu evliyaların soluğundan, o soluktur divanenin berduşluğuna taç olan. Öylesine konuştu durdu bu şehir bunca zaman. Her gece fakirhaneme sokuldu efsunlu İstanbul esintisi. Her uyanışımda yeniden karar verdim onunla buluşmaya. Hasretin adı oldu İstanbul... Kimdi bunca hayranlığı kulağıma üfleyen. Bu şehir üzerinden bana aşkı işleyen. Yumuşak bir kadın sesiydi İstanbul benim için. Rüyalarında ki kıza gönlünü kaptırmış, aptal, hovarda bir gençtim belki. Belki haklıydı babam. Ama içimde durmaksızın sızlayan bu yara ne kadar yalansa ben o kadar gerçektim. Ben mi çağırmıştın o füsunlu rüyaları. Aradım durdum bunca zaman her kadın çehresinde o puslu bakışları. Bütün suretlerde onu gördüm kimi zaman, hepsi puslandığında anladım ki hiç biri o değil. Okulun yakınlarından değil de, şehrin karşı yakasında ev tutmamın sebebi buydu. Hayata, sorumluluklarına, parasızlığa, dalıp İstanbul'la olan muhabbetimi ihmal etmekten çekiniyordum. Hep yaptığım gibi vapura atladım pür telaş. Bugün bu şehre okumak için gelişimin yıl dönümüydü. Onu kutlamaktaydım kendimce, buruktu içim, o puslu sureti bulma umudu... Bulamama korkusu... Bir günde kaç mevsim yaşarsa insan, hepsine taliptim. Bir çocuk masalıydı ömrüm. Yirmi yıl her gün aynı sesten İstanbul kokan şarkılar, hikayeler dinlemiştim. O rüyalarla doğdum belki, belki hiç gitmeyecekler gecelerimden. Her gece sevgilime kavuşmak için girdim soğuk yatağıma. Onun hayaliyle ısıttım döşeğimi. Şimdi kim diyebilir ki bana onlar sadece bir rüya. Kulağına sen Eymensin diye fısıldayıp duran sanki kedere, hasrete doğmuş bir ruhu aydınlatan o ses. Ben adlandıramadığım bir gama açmışım gözlerimi. Kim açıklayabilir ki yirmi yıllık ömür sürmüş gözlerde ki efkarı. Senin aklının yarattıkları bunlar; diyenlere eğmedim başımı. Kar yağışına kulak asmadan geçip oturmuştum bir kenara. Kar yağdığında ısınıyordu hava. Muazzam kar tanelerinin Marmara'nın sularına karışmasını izledim bu defa. Gök yüzü cömertliğini sunarken, salındı kar taneleri boşlukta. Telaşa ne hacet, yokluğa kavuşurken diye başlayan bir şarkı mırıldanmaktaydılar. Sonra o kızı gördüm. Saçları, kırmızı beresinin altında bir hayal gibi uçuşan... Taş kesildi bedenim, rüzgar gibi esti ruhum bilinmez nasıl. Durdu her şey, aktı gönlümden dünya. Şaşkın akıl sustu... Öylece baktım kahverengi saçların uçuşuşuna. Kokusu rüzgara karışıp ulaşınca bana, çiçekleri aradı gözlerim. Durdum ne yapacağımı bilemez halde... Nasıl divane olur ki insan rüzgarın savurduğu bir tutam kadın saçına. "Dön bana, göster yüzünü" diye mırıldandı dilim. Duymuş gibi çevirdi başını, baktı bana bilir gibi içimin telaşını. Ele avuca sığmaz heyecanımı gördüm derin koyu kahve bakışlarında. Ağlamaktan korkan hüzünlü bakışlarında ki buğu bunca zamanlık hasretimin yansımasıydı adeta. Aynaya bakıyordum... Kaçırmadı kız bakışlarını... Rüyalarımda ki sis çekilivermişti biri birden. Şaşırmıştım... O kızın bakışlarının karşısında duracak yürek böylesine koşturmamalıydı aciz bedende. Öyle tuz buz olmaya meyilli bir hal ki... Sonra kız bana doğru yürümeye başladı. Yutkundum. Aradığını bulmuş, kendinden emin. İçimde uyanan sabahtan korktum, belki şu an da her gece ki gibi yalan. Kız cesur edasına rağmen masum, kaçırmadığı bakışları utangaç, zarif adımları kararlı. Tanıyordum onu. Usulca oturdu yanı başıma. Nasıl tatlı bir heyecan bunca huzur verici olur? Yanıma oturan kızın konuşmasını bekledim sonra. Yoksa ben mi konuşmalıydım? Ne söylemeliydim? Sonra o naif ses tınısını duydum. Eskiden kalma hoş bir çocukluk hatırasını yad etmek gibiydi. Tılsımından arınan sesi rüyalarımdan tanıyordum. ___"Üşüyor musun?" diye sordu titrek ipeksi sesi. ___" Üşüyorum..." diye mırıldandım bir aşk itirafı misali, gözlerinin derinlerine bakarak. Gülümsedi aydınlık yüz, bu defa aydan daha parlaktı kız. Bir gülüşe meftun olmaya hevesli, onu bir daha bırakmamaya kararlı. ___" Bazı rüyalar görüyorum... Yanımda bir kız var. Onunla birlikte burada üşüyoruz... " durdum. "O kız sen misin?" diye sormak istiyordum. Ama korkuyordum onu ürkütmekten. ___" O kız benimdir belki... Ben Zeynep..."dedi eldivenini sıyırdı elinden, beyaz pamuk ellerini uzattı. Hiç düşünmeden uzanan eli tuttum. Sıcacıktı. İçime akıttıkları sıcaklıktan daha bilinmez, daha bulunmazdı. Aşk tanecikleri kızın ellerinden benim vücuduna geçtiler adeta. O da gülümsedi. O eli bırakmamaya yemin ettim? ___" Seni bulmaya geldim Ali..."dedi kız. Mest oldu toy kalbim. Oda benim gibi kaptırmış kendini rüyaların büyüsüne. O da biliyor benim bildiklerimi. Öne eğdi başını, mahcup, hoş bir eziklikle kaldırabildi ancak. Gözlerimi diktim kızın hasret ve aşkla dolu bakışlarına. Ne çok aşıktı kız ve kalbim, o bakışlarda ki her duygunun karşılığı vardı bende. Aynama bakıyordum, on da suretimi değil de ruhumu görüyordum. Ruhlarımızın rengi karışmış birbirine, adımı nereden biliyorsun" diye sormak aklıma bile gelmemişti. Onunla aynı kederde ölmüşüm, aynı sevinçte gülmüşüm gibi. İçimi titrerken, kim bu gelen, diye haykırmak isteyen adamı susturdum. Nasıl bir sel tufanı bir kır çiçeğini incitmemek için kendini durdurabilir? Durdurdum... Herkes kendi nehrinin akıntısıyla boğuşur, her nehir ulaşmaz okyanusa, okyanus koca gemileri devirir ama çalkantısı kendine zarar vermez. Bir deniz bulmuştum şimdi karışacak. Kabul olan bir duanın şükranı gibi döküldü ağzımdan o isim. ___" Espila... Geldinn! " Öylece baktık birbirimize. Bakışmak hasretin açtığı oluklarda ki o sızıyı yok edebilirmiş gibi. Kaybettiğim bir şeyi bulmuştum ama, yokluğunun açtığı yarayı varlığıyla silmek mümkün değilmiş gibi. Ona baktıkça coşan kalbim kanıyordu acıdan. Acı yol açıyordu uçarı, eşsiz sevincin girdabına. Yokluğunda ki yara varlığında nasıl olurda daha çok acıtabilir? Göğsümde sıkışıp kalmış her şey bir ağrıyla yüklendi bedenime. Bu ağırlıkta neyin nesiydi? O an anladım ki aşk diye bir şey var. Halbuki kavuşmak diye bir şey yok. Düşünceleri mi duyar gibi buruk bir gülümseme belirdi gül dudaklarda. Beni onaylar gibi kısa bir an kapadı gözlerini, hafifçe eğip kaldırdı güzel başını, sonra usulca yasladı omzuma." Hiçbir ölüm ölüm değil? Hiç kavuşma vuslat değil? Yokluğundan daha çok yaralar varlığın. Öyle bir muhabbet ki insana reva değil. Hangi beden dayanır aşkın şahlığına. Öyle bir şahlık ki hayat değil. Merak etme bu ağırlıkla kalmaz aşk insanın gönlünde. Hafifleyecek. Sonra o tekrar kendini hatırlatana kadar bir daha olmayacak sanacaksın. Şu an deli divanesin, bir sonrasında mecnun, bir sonrası boşluk, sevinç. Hepsi birbirini kovalayacak zaman misali. Yad edilecek bir geçmiş, koşup yakalanacak bir gelecek bir de şu an var elimizde. Akıp giden zamandan başka sermayemiz yok hikayemizde. Elimin içinde kaybolan eli sıktım. O mu konuşuyordu, ben mi düşünüyordum. Fısıldayan ben miydim, onun sessiz zihni miydi? Dedim ya ruhlarımızın rengi birbirine karışmış, öyle ki kim kimdir ayırt etmek mümkün değil. Geldim sevgilim söz verdiğim gibi, senin bana her defasında gelişin gibi...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ESİLA'NIN KAYIP KIZI(tamamlandı)#wattys2017
Science Fiction"Aşık olduğum tek kadın. Nasılda hırçın, pervasız. Bu şehir midir bende ki aşkı harlayan? Bir mum gibi eritip, ay misali ışıtan. Nasıl da vuruyor bakışları insanı bağrından. Hüzün kokan sokakları kopup gelmiş geçmişin hazanından...