Bir Tiyatroya Katıldım

67 11 0
                                    

Eve yerleşmemin üzerinden bir hafta geçmiş, ancak hala Han'la doğru düzgün konuşamamıştım. Aslında söyleyecek bir şeyim yoktu, ancak onunla konuşmak istiyordum. Ya da sadece onu seyretmek. Tanrım beni bu hale nasıl getirdi aklım almıyordu.
Dördümüz Star Coffee'de oturmuş birer kahve içiyorduk. Felix her zamanki gibi neredeyse Changbin'in kucağındaydı. Ben ve Han onlar yan yana otursun diye yan yana oturmuştu ve o ikisi birbiriyle uğraşırken biz sessizce duruyorduk. Bu çok gericiydi. Bu sessizliğe daha fazla katlanmamak için masanın altından Felix'e -veya Changbin'e- tekme attım. Ancak ikisi de bana dönmek yerine birbirlerini yemeye devam ettiler ve aralarından biri bana karşılık olarak tekme attı. Kesinlikle Changbin'di. Sesli bir şekilde öksürdüğümde Felix kapalı gözlerini açıp Changbin'in dudaklarını bırakmadan bana baktı.
"Bırak artık şunu." diye ağzımı oynattım.
Bana gözlerini devirdi. Elbette bana göz devirmesinden nefret ettiğim için bunu bilerek yapıyordu. Felix Changbin'in son kez öptükten sonra nihayet huzura kavuştum. Bu sırada Han peçetelerlden birinin üzerine notalar yazıyordu. Uykulu veya yorgun görünüyordu.
"Bir sorun mu var, Han?" diye sordu Changbin. Bunu sormasına sevindim çünkü bunu ona ben soramazdım.
Han başını kaldırdığında suratında neşeli bir ifade aradım. Ancak sadece bıkkınlık ve bitkinlik vardı suratında.
"Hiç." dedi ve öce Changbin'e sonra Felix'e baktı. Bana bakmadı.
"Han, bir şeyler olduğu belli. Söyle hadi." dedi Felix. Başımı elime yaslayıp ona dik dik baktım. Bana sadece bir saniyeliğine baktı ancak göz göze gelince gözlerini kaçırdı.
"Sadece yorgunum. Hiçbir sorun yok." dedi. Ve hala bana bakmıyordu.
"Geceleri müzikle uğraşmak yerine uyumayı denemelisin." dedim. Bu son beş gündür ilk düzgün konuşmamızdı.
"Uyku tutmuyor." dedi ve kendisini bana bakmak için zorladı. O gözleri her bana döndüğünde kalbim iki katı hızıyla atıyordu.
Changbin'in ikimize imalı bakışlar attığından emindim. "Bu ikisi neden bu kadar sakinler lan?" der gibi baktığından emindim.
"O halde bu gece stüdyoya ben de gelebilir miyim?" dedim. Bana dilini yutmuş gibi öylece baktı.
"Yani... Eğer istiyorsan..tamam, gel."
"Güzel."

Gece Han'ın her zaman geldiği saatte ben de stüdyoya gittim. Kapıyı tıklattıktan sonra cevap beklemeden içeriye girdim. Kapıyı açtığım sırada Han üzerine bir tişört giyiyor olmalıydı ki kapı açıldığı an gözüme ilk çarpan şey onun karın kasları olmuştu. Ancak kısacık bir sürede tişörtünü üstüne geçirmişti.
İçeriye girdikten sonra arkamdan kapıyı kapattım.
"Selam." dedim sakin bir sesle.
"Selam." dedi tedirgin bir sesle.
Küçücük odadaki kanepeye oturdum ve ayakta duran Han'a dik dik baktım.
"Ne?" dedi. "Neden öyle bakıyorsun?"
"Nasıl?"
"Beni..öldürmek ister gibi..." dedi ve hafifçe güldü. Gülüşünü özlemiştim.
"Öyle bakmıyorum." dedim.
"Peki ya nasıl bakıyorsun?"
Suratındaki her bir hattı inceledim.
Seviyormuş gibi, diye aklımdan geçirdim.
"Bilmem." dedim. "Bakıyorum işte." Koltuğun diğer köşesine geçip kucağına bir yastık alıp ona sarıldı.
Kısacık bir süre için boş boş birbirimize baktık ve tüyler ürpertici sessizliğin tüm odaya yayılmasına izin verdik.
"Geçen günden beri.."
Suratındaki hiçbir mimik değişmese bile suratında endişe veya korku vardı.
"..sanki aramız soğudu gibi." dedim.
Küçük bir mırıldanmayla beni onayladı. "Evet." yerinde küçük hareketlerle kıpırdanırken durduk yere dönüp devasa bilgisayarına baktı. Ona doğru eğildim.
"Yıldızlardan söz ettiğimi söylediğini hatırlıyor musun? Bunları sana söyledikten sonra yaptığın şeyi hatırlıyor musun peki?" dedim ona. Bilgisayarına bakmayı bırakıp bana döndü.
"Hayır." dedi soğuk bir sesle.
"Peki." diye mırıldandım. Fark etmeden dişlerimi birbirine bastırıyordum.
Bunun daha ne kadar zor olması gerekiyordu?
"Konuyu nereye getirmeye çalışıyorsun?" dedi buz gibi sesiyle. Bir an için onu tanımadığımı düşündüm. Ancak gözlerine daha dikkatli baktığımda gözlerinin titrediğini görebildim.
"Ne zaman işimi zorlaştırmayı bırakacaksın sen?" dedim ona aynı soğuklukla. Oturduğum yerde ona yaklaştım, şimdi çok daha yakındık.
"Ne bok yediğinin farkında mısın?" dedi.
"Eh, eğer bunun ucunda sen varsan pekte sorun olmaz."
Sürat ifadesi anında yumuşadı ve değişti.
"Ne?" dedi şok olmuş gibi.
Gözlerimi kırpıştırmaya yeltendim ancak son anda kendimi durdurdum. Han bu hareketi yaptığımda tatlı olduğumu söylemişti. Tatlı olmak istemiyordum.
"Nasıl yani?" dedim.
"Az önce sen ne dedin?"
"Ne dedim?" kaşlarımı çattı ve ondan uzaklaştım.
"Sen...sen az önce..."
"Ben ne?" dedim bağırmaya hazırlanır gibi.
Benim ondan hoşlandığımı anladığını sanmıştım. Ancak bu tepki de neydi şimdi.
Dudaklarını birbirine bastırıp düşünürken anlamaması için dua ettim. Tanrım. Bunu her halükarda bildiği için yapmıştım, ancak bilmiyorsa...işler değişirdi.
"Sen şimdi.." kendi kendine alay eder gibi güldü. "Neyse," dedi ve elini havada savuşturdu. "Sanırım yanlış anladım."
Tuttuğum derin nefesi öyle hızlı vermiştimki bunu fark etmiş olabilirdi.
"Ama yinede," dedi. Tekrar nefesimi tuttum. "O sözle ne demek istedin?"
"Hangi sözle?" dedim salağa yatarak.
Bana doğru eğildi. " 'Bunun ucunda sen varsan pekte sorun olmaz' dedin. Sanırım ikimizde farklı şeylerden bahsediyoruz?"
"Sen neyden bahsediyordun?" dedim bu sefer konuyu değiştirme çabasıyla.
"Önce sen söyle." dedi bir çocuk gibi.
Tamam. Bundan kaçış yoktu. Kendimi rezil ettim ve daha fazla rezil olmaya hiç niyetim yok.
"Ben..." beynim son imkanlarını kullanarak bir bahane aradı. "Bir tiyatroya katıldım." dedim aniden.
"Yalan söyleme." dedi azarlar gibi.
"Lanet olsun." diye mırıldandığımda bana hafifçe güldü, bu da benim kendimden geçmeme neden oldu.
O kadar tatlıydı ki...
Ona uzun uzun baktığım sırada sessizlik oldu. Kendime bir kez daha sordum.
Beni bu hale nasıl getirmişti?

END-O | Minsung ✓Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin