Kuralları Yıkmak B-21-

583 26 25
                                    

Merhabalar!

Nasılsınız can özlerim?

Sağlığımızın ön plana çıktığı bugünlerde kendinize dikkat edin olur mu!

Keyifli okumalar diliyorum.

Bölüme oy verip yorumla taçlandırmayı unutmayın güzellerim...

Sevmek olmazlara başkaldırmaktır. Sevmek sevgisizliğe karşı kıyama durmaktır. Sevip sevilmek ise vuslattır. Ya aşk; aşk sınırları kaldırmaktır. Aşk kuralları yıkmaktır. Aşk olura olmaza meydan okumaktır…
İki sevgili zaman kavramını unuttuğu için Sude, gece geç saatlerde eve dönmüştü. İlkem, geçmek bilmeyen dakikalara inat onu saatlerce pencere önünde beklemişti. En sonunda küçük hanımefendi evin yolunu bulabilmişti. Sude, kapıyı çalmadan önce İlkem, bir koşu gidip açtı kapıyı zira geldiğini pencere önünde beklerken görmüştü.
İlkem, sözlerine kinaye yüklediğinde araya resmiyet koymuştu. Niyeti arkadaşının geç kaldığını bir bekleyeninin olduğunu hatırlatmaktı. “Hoş geldin Sude, gittin arkanı unuttun bakıyorum. Bir de gitmem diye diretiyordun?”
Sude, “Ay, aman ayaklarım,” diye yakındıktan sonra “hoş buldum” dedi ve yüksek ökçeli ayakkabılarından kurtulmak için uğraş vermeye başlamıştı. Yüksek ökçeli ayakkabılarını ayağından çıkmamak için inat ettiğine bakılacak olursa ayakları üzerinde fazla durduğu için ayakları şişmiş olmalıydı. Bir kenarda durmuş heyecanını bastırarak sabırla Sude’yi izliyordu İlkem.
Sude, oflaya puflaya nihayet ayakkabılarından kurtulmayı başarmıştı; çıplak zeminle buluşan ayakları üşür gibi olunca hemen yolunun üzerindeki portmantodan bir terlik alıp giydi. İlkem’in sabırsızca kendisini izlediğini gördüğünde her şey yolunda demek ister gibi göz kırptıktan sonra, “Ne, neden gözlerin devrik bakıyorsun?”
İlkem, arkadaşının aymaz tutumuna karşı sinirden dudaklarını dişlerken, başparmağıyla sol bileğindeki saati gösterdi. “Kızım, senin saatten haberin var mı? Saatlerdir pencere önünde yolunu bekliyorum; meraktan çatladım burada?”
Sude, sakin bir tavırla kısık bir ses çıkardı “hı” diye.
“Pes doğrusu bu ne sakinlik kızım ya?”
Hiçbir şey demeden sessizce yatak odasına geçti ve yatağın üzerine oturdu “Zarife teyze yattı mı?”
İlkem, onun rahat tavırlarını şaşkınlıkla izliyordu. Hiç heyecan kırıntısı yoktu. “Evet, annem çoktan yattı.”
Yatağın üzerine yorgun bedenini külçe gibi attıktan sonra dik dik baktı Sude’nin bir anlam yükleyemediği yüzüne.
“Canım, öyle kızarak bakma yüzüme. Biraz dinleneyim neyi merak ediyorsan sen sor ben anlatayım. Gerçi neyi merak ettiğini az çok tahmin edebiliyorum ama…” dedi dünyaya küsmüş gibi bir bakış atarak.
“Ne dinlenmesi kızım ya, altı üstü bir yemeğe gittin? Görende sırtında yük taşıdın sanır. Ben de doğal olarak yemeğin anlam ve yorumunu merak ediyorum.”
Sude, derinden bir ‘of’ çekti.
Genç öğretmen, arkadaşının ofladığını gördüğünde bir şeylerin ters gittiğini anlaması uzun sürmedi. “Canımın içi, anlatmak istemiyorsan seni anlarım, sonuçta bu senin özel meselen,” demişti ama içten içe de yemekte nelerin yaşandığını merak ediyordu. Usulca arkasını dönüp yatağına uzandı.
Sude, “Ay, kıyamam sana!” deyip kendi yatağından kalkıp arkadaşının yatağının kenarına oturdu; şimdi ikisi de aynı yatağın üzerindeydi ama İlkem, uzanır vaziyette ve arkası dönüktü.
Sude, “Ballım, yüzüme bakar mısın? Benim senden saklım gizlim yok; önce bunu bil. Hadi sor ne soracaksan?” deyip bütün kapıları ardına kadar açmıştı.
Yönünü arkadaşından tarafa dönerken kalkıp yatağın tam ortasına bağdaş kurarak oturdu İlkem. İşaret parmağını yanağına dayayarak düşünür gibi yaptıktan sonra, “Hım bir düşüneyim bakalım. Öncelikle yemek faslını geçelim. Yediğin içtiğin senin olsun sonuç ne sen onu bana anlat. Belli ki bu yemek teklifinin bir nedeni vardı; yanılmıyorum sanırım?
Sude, arkadaşını yüzüne manalı bir bakış attı. “Canım arkadaşım, yanılmıyorsun. Tabii senin de çok iyi bildiğin gibi. Hiç inkâr etme inanmam, çünkü bu yemek organizasyonunda senin de parmağın vardı.”
İlkem kendisiyle gururlanarak, “Tabii ki var kızım, ben açık ve netim bu konuda,” dedi hiç kıvırmadan.
“Ömür, beni sevdiğini söyledi ve evlenme teklifi yaptı.”
İlkem, “Ya” dedi çığlık atar gibi “baya hızlı giriş yapmış bizim Ömür.”
Sude, iyice çözülmüştü. “Esasında pekte hızlı sayılmaz. Senin de çok iyi bildiğin gibi çocukluktan bu yana o beni ben onu uzaktan uzağa sever dururuz; şimdi sadece aşkımızı dile getirmiş olduk.”
İlkem, içli içli aldığı nefesi özgürlüğüne kavuştururken dudaklarını birbirine bastırarak dışa doğru kıvırdı. “Seni anlıyorum!” dedi ama içinden de ben ona âşıktım o sana âşıktı, diye geçirdi. 
Genç öğretmenin zihni geriye doğru sardıkça yaşanmışlıklar düştü peşine ve içten içe hayıflandı. Yaşanmışlığım, geçmişin acı izleri. İçime çöreklenmiş duygularım. Birbiri ardına vurgun yemiş aşklarım. Ayyuka çıkmış ruhumun isyanı. Beni benden alan virane düşlerim. Gözlerini bir kere kapatıp açtı ve zihni tekrar başa sarmaya başladı.
“Ömür’ün teklifini kabul ettin mi?”
Sude, tek kelimelik bir cevapla yetinmişti. “Hayır.”
İki elleriyle çenesini avuçlayarak gözlerini kırpıştırdı, “Neden ki?” diye sorarken.
Genç kadın, aldığı nefesini ağır ağır içine çekti sonra bıraktı. “Balım, ben Ömür’ü mutlu edemem. Hatıllarsan bunu daha önce sana söyledim.”
“Evet, söyledin ama belki Ömür ile karşı karşıya geldiğinde fikrin değişir diye düşünmüştüm. Peki, ne cevap verdin?”
Sude, başını yana doğru çevirdi. Ellerini meşgul etmek için elbisesinin eteğini düzeltti. Yatak başlığından güç almak ister gibi belini oraya dayadı. “Ben seni mutlu edemem dedim. Ömür’de nedenini sordu. Bende bunu açıklamam için bana biraz zaman ver dedim. Ondan zaman istememin tek amacı da sırf ona ret cevabı vermemek içindi. Yani onu üzmemek için söyledim.”
İlkem’in kafasını deli sorular işgal edince. Kendi kendine söylenmeden edemdi. Bu kız beni deli edecek sonunda. Bulmuşta bunuyor dedirtiyor insana. “Neden mutlu edemeyeceksin, o seni sen onu vazgeçilmez bir aşkla severken?”
“Kuzum, canım arkadaşım, anlat bana nedenini? Bu konuda sen bana sonuna kadar güvenebilirsin. Hadi anlat anlat da rahatlasın yorgun ruhun. Ben senin gözlerindeki acıyı ruhundaki çöküntüyü görebiliyorum. Ne derdin kederin varsa saklama benden. Söyler misin bana; sen derdini kederini benden saklarsan ben sana nasıl yardımcı olabilirim?”
Sude, cevap vermek yerine sessizce ofladı. Öyle bir oflamıştı ki, ahı yüce dağları yıkacak cinstendi. İçindeki acının gücü gözyaşlarına hükmünü geçirmiş beyaz tenli yanaklarından yol bulup yer çekimine karşı koyamıyordu. Her damla bir acıyı yutuyor, acıya bulanmış gözyaşları pınar olup çağladıkça, bendini aşmış sele dönüşüyordu.
İlkem, uzanıp parmak uçlarıyla gözyaşlarını kuruladı, ne yapsa arkadaşının içindeki yangın bir türlü sönmüyordu. Onun akıttığı her damla gözyaşı İlkem’in yüreğine köz olup yapışıyordu. “Yatalım istersen,” dedi boyun bükerek, “Ya da her şeyi anlat kendini daha fazla harap etmeden…”
Sude, hala iç çekiyordu birden durdu avuç içleriyle yüzünü gözünü kuruladı. “Haklısın ama bazı şeyleri anlatmak sanıldığı kadar kolay değil.”
“Biliyorum can kuşum, ama sen bir kere anlatmayı dene. Kenarından kıyısından başla anlatmaya sonrası kendiliğinden gelir zaten.”
Sude, arkadaşının rahatlatıcı sözlerinden sonra biraz rahatlamış görünüyordu. “Tamam, anlatacağım ama bunu senden başka hiç kimse bilmeyecek. Özellikle Ömür, hiç bilmeyecek. Ben Ömür’ü mutsuzluğa mahkûm edemem. Ben ona bu kötülüğü yapamam,” dedi derken de acı çektiği her halinden belli oluyordu.
İlkem, öyle çok merak etmişti ki sorunun kaynağını, meraktan beyninin devreleri yanmak üzereydi.
Sude, işte benim maceram diye başladı söze. Gözlerinde geçmişin izleri dalgalanıyordu, bir tutam umuda sarılmak isteyen. “Sen zemheri ayazında yandın mı? Sen güneşin kavurucu sıcağında üşüdün mü? Sen uçurumun kıyısından kaç defa döndün? İşte ben İlkem, geceleri saatlerce boş tavanda bir umut aradım. Gün ağardığında kendimi yaşamın kıyısında bulurdum. Sessizce ağladım kıyıda köşede.
Gün geldi beynim uyuştu gün geldi bilincim benden uzaklaştı. Kimi zaman teselliyi bir sevgilinin yüreğinde aradım ama yanımda yoktu. Kendi içimde yaşadım yüreğimdeki depremleri. Sustum sustum kimsecikler duymadı. Ben çorak toprak gibiyim İlkem, verimsiz.
Bunun ne demek olduğunu asla bilemezsin. Bütün umutlarının senden çalınmış olduğunu bilmenin ne demek olduğunu da bilemezsin. Ben yıllarca tedavi gördüm gizliden gizliye ve her şeyi içimde baskıladım. İnsanın bir tarafının eksik olması ne demek bilemezsin. Yapraksız bir ağacın gölgesinde hiç kimse oturup serinlemek istemez…”
Sude, anlattıkça İlkem’in ruhu bedeninden çekiliyor, kızıl güle bulanıyordu umutları. Umutsuzluğa dem vurmuyordu pamuk ipliğine bağlı düşleri. Geceye isyan bayrağı çekmişti kıyama durmuş kelimeler. Elinde tuttuğu kızıl gülleri mürekkebe boyanmıştı…
Uyuşmuştu bacakları aynı pozisyonda oturmaktan. Yatağından indi uyuşmuş bacakları açılsın diye odanın içerisinde birkaç adım yürüdü. İlkem, sağa sola yürüdükçe Sude’nin gözleri onun takip ediyordu. İyi değildi, bu onun gözlerinden okunuyordu. Bacaklarının uyuşukluğu biraz geçtiğinde gelip arkadaşının yanına oturdu. Ne dese cümlelerinin eksik kalacağını biliyordu. “Kuzum, kendini iyi hissetmiyorsan daha sonra anlatabilirsin. Ben her vakit dinlerim seni.”
Sude, başını önce sağa sonra sola hareket ettirdi. “Bu gece her şeyi anlatıp omuzlarımda taşıdığım bu yükten kurtulmak istiyorum. Tekrar tekrar anlatmak inan bana canımı acıtıyor.”
Başının eğimini hafifçe yana doğru yatırarak onu onayladığında, “Nasıl istersen!” deyip tekrar yatağın üzerine çıkıp bağdaş kurarak oturdu ve dirseklerini dizine ellerini çenesine dayadı. Göz kapakları bir kereliğine kapanıp açıldı. “Seni dinliyorum, anlatmaya başlayabilirsin.”
İçindeki ateşin yangını dudaklarını kurutmuştu, kuruyan dudaklarını diliyle ıslattı. “Henüz on dört yaşımın sonlarına doğru başladı her şey. Bilirsin işte kadınların muayyen günleri olur?” derken başını utanarak öne doğru eğdi.
Belli ki bu konuyu anlatırken sıkılıyordu. Bu konunun yüreğini kor ateşler içinde yaktığı sesinin tınısında gizliydi; açık ve aşikâr bir şekilde.
Genç kadının meraklı bakışları edebinden utanarak yüzü kızaran arkadaşının üzerinde gezindi bir müddet. “Evet, biliyorum!” derken sabırsızdı ervahından kelimeler.
“O işte bende yok!” dedi bakışlarını yerden kaldırmadan.
Canım Sude’m diye bir feryat yükseldi ta yüreğinin derinliklerinden. Gözleri feryadıyla fal taşı gibi açılırken; “Nasıl yok, hiç mi?” diye sordu kısık çıkan sesiyle. Bir kadın olarak bunun ne demek olduğunu ve ne gibi sonuçlara yol açacağını çok iyi biliyordu.
Sude, dudaklarını dişlerken, “Hiç yok,” dedi ve devam etti konuşmasına. Belli ki kendisini bir dinleyene ihtiyacı vardı. “Yıllarca bunun nedenini öğrenmek için doktor bırakmadım gezdim ama maalesef bir teşhis konulamadı.
İlkem’in gözkapakları gözlerinin üzerine devrilirken, “Yapma ya?” diye sordu.
“Ben hiç ümidimi kesmeden devam ettim çare aramaya fakat benim umudumu tüketen olay bundan iki yıl önce gerçekleşti.
Genç öğretmenin şaşırarak bakan gözleri büyüdükçe büyüdü, “Nasıl yani?” diye sorarken. Sanırım hayat denen dönence yine yapacağını yapmıştı; gencecik körpe bir bedene.
Bakışları donuklaşırken acı bir temessüle çalkalandı dudakları ve acının izdüşümünü yaşadı gözbebekleri. “Sonunda çok iyi denilen bir araştırma hastanesi buldum. Keşke bulmasaydım belki o zaman geleceğe dair bir umudum olurdu.”
Nefesini dışarıya doğru üfledi. “Niye öyle söylüyorsun be güzelim, en azından umut etmeyi bırakır gerçekle yaşamayı öğrenirsin,” derken İlkem.
Gözlerindeki sert bakış yerini yumuşaklığa bırakırken kelimelerin tekdüzeliği döküldü dudakları arasından. “Bu dediğini yapmak o kadar kolay değil, her insan gerçekle yüzleşecek kadar cesur ve cesaretli olamaz.”
“Orası da doğru ama insan ne kadar gerçeklerden kaçmak isterse istesin gün gelir mutlaka o gerçek gün yüzüne çıkmak ister. Yani insan kendi gerçeğinden saklanamaz. Saklanamıyor da. Tıpkı bende olduğu gibi, ben kaçtıkça gerçekler peşimi bırakmıyor.”
İlkem’in kurşun yaraları daha tam anlamıyla iyileşmediğinden arada bir sızım sızım sızlıyordu. Sude’yi dinleyeceğim diye iki büklüm oturunca canı yanmıştı. Canı yanınca ister istemez yüzünü buruşturdu ama arkadaşına belli etmemeye çalıştı. Sude, derin bir iç çekişle konuşmasına devam etmek istemişti. “Bir umut, sözünü ettiğim araştırma hastanesine başvurdum; bölüm doktorları sonunda bir kanıya varmıştı.”
Yan tarafında duran yastığı kucağına alarak vücut yapısını dikleştirdi; maksadı ağrıyan beline destek vermek istemesiydi. “Nasıl bir kanı bu, umarım iyi yöndedir?” diye sorusunu sormuştu ama genç öğretmenin ruhu bedenini terk etmiş gibi ten rengi sarıdan beyaza dönüşmüştü.
“Ben çocukken ateşli bir hastalık geçirmişim.”
Sağ elinin ayasıyla ağzından kaçacak feryada engel olmak istedi İlkem, “Yapma?” diye sokarken. Bu varsayım hiçbir zaman aklına gelmemişti.
Ellerini ters çevirip yatağa baskı uygulayarak bedenini yatağın ortasına doğru hafifçe kaydırarak çekti. Kendine doğru çektiği bacaklarını dizlerinden kırıp vücuduna yanaştırdı. Kollarından bir halka oluşturup dizlerine üzerinden geçirdi. Başını o halkanın içine gömüp fısıltıyla konuşmaya başladı. Sesinin rengine solgun renkler hâkimdi. “İşte geçirdiğim o ateşli hastalığın sonucu olarak bazı organlarım hasar görmüş.”
Şimdi sözün bittiği yerdeydiler. Sözler bitmişti ama ruhu vurgun yemiş Sude’ye bir soru daha yöneltti İlkem. “Peki, seni çıkmaz sokaklara sürükleyen bu hastalığın adı ne?”
Sude’nin yüzüne oturan yenilginin her zerresi gözle görülebilecek netlikteydi. “Menenjit hastalığı. Bu hastalık insan vücuduna bir kere girdimi ya öldürüyormuş ya da kendinden bir iz bırakıp öyle çıkıyormuş girdiği vücuttan.” Sude, artık sona gelmişti, çünkü kelimeleri ardı ardına sıralarken sesi titriyordu.
İlkem, sessizce yutkunurken göz kapakları bir kere daha kapandı açıldı, “Sende nasıl bir iz bırakmış?” diye sorarken.  
“İlla bir iz bırakırmış. Kimi insanın gözüne perde çeker öyle gidermiş. Kimi insanın kulağından sesi alır öyle gidermiş. Şey, benimde elimden anne olma olasılığımı alıp gitmiş.”
Sonunda kelimeler kelama ermiş Sude’nin ruhu isyanlardaydı. Bozguna uğramış iç dünyası taşkın sele dönmüş gözyaşlarına bent olamıyordu. Her şeyiyle birlikte anaç kimliği de elinden almış amansız kaderin elinde oyuncak olan varlığı sarsılarak ağlıyordu.
Sude, hem ağlıyor hem konuşuyordu. “Ben hiçbir zaman anne olamayacakmışım İlkem…”
Sımsıkı sarıldı arkadaşına sanki yaralarına merhem olmak istercesine. “Can kuşum, sen hiç merak etme ben her daim senin yanındayım.”
O gece iki kadın sabaha kadar ağladı, ağladı. Öyle çok ağladılar ki gözyaşları dertlerine deva olur sandılar ama olmadı. Gözyaşları kalplerinde yanan ateşi söndürür sandılar ama söndürmedi. Tam aksine ağladıkça daha çok acı çektiler, ağladıkça daha çok çıkmazlara çekildiler…
Yaşam camdan bir fanustu biz insanlar içindeki figüranlardık. Bu yaşamda figüran Sude’nin payına düşen anne olamamaktı. Bir kadın için bu rolü oynamak belki de rollerin en zoruydu; anne olamamak…
Peki, bundan sonra ne olacaktı? Sevenler sevdiğinden vazgeçecek miydi, sırf evlat sahibi olamayacakları için…
Sude’nin ruhu bir ömür anne olamamanın feryadı ile inlerken figüran Ömür’de sevdası ile imtihan olacağa benziyordu.
Sude, sırrını arkadaşına anlatmış fakat kimseye söylememesi için de ondan söz almıştı. Yani bir bakıma İlkem’in elini kolunu bağlamıştı. Hal böyleyken İlkem, onlar için ne yapabilir, onları bir arya getirmek için nasıl bir uğraş verebilirdi; bilmiyordu. Üstelik konunun boyutu artık onu aşıyordu, çünkü sorun teşkil eden mesele ancak ikisinin birlikte çözmesi gereken bir meseleydi. Bildiği başka yol yoktu. Bundan sonra İlkem’in elinden hiçbir şey gelmezdi.
Bir çocuk muydu evliliklerin temeli, yoksa sevgiye mi dayanıyordu asıl temel? Bu tercih büyük ölçüde kişiye göre değişiyordu. Evlat sahibi olamayan çiftlerin çevre baskısı gördüğü gerçeğini göz ardı edemeyiz. Genellikle bu çevre baskısı ebeveynlerden gelir ve rahat huzur bırakmazlar onlarda; ne yapar ne eder sorunlu çiftlerin ellerindeki mutluluğu evirir çevirir mutlaka alırlar.
Sude, bunu çok iyi biliyordu dahası Ömür’ü canından çok sevdiği için onu evlat sevgisinden mahrum bırakmak istemiyordu. Sude’nin deyimiyle kendisi meyvesiz ve yapraksız bir ağaçtı. Yapraksız ağacın gölgesinde kimse oturmak istemezdi. Meyvesiz ağacı hiç kimse istemezdi. Yeryüzünün melekleri çocuklar, evlilikleri ayakta tutan aşkın meyvesiydi.
Sude, gerisini çok düşünmek istemiyordu. Bu duygularla zamanında çok mücadele etmişti, tekrardan sil baştan aynı şeyleri yaşamak ona çok zor geliyordu. Üstelik daha kendini yeni yeni toparlamaya başlamışken rengi soluk ruhu, bir çıkmazı daha kaldıracak güçte değildi.
Peki, neydi bu işin çözümü?
Bu konuyu Ömür’e hiç anlatmamak mı, yoksa zamanı geldiğinde onu kırıp incitmeden anlatmak mı? Ya da hiç anlatmayıp bodoslama bir evliliğe yelken açmak mı? Gel görelim ki Sude’de bu konuyu anlatacak ne cesaret ne de ruh vardı. Kız adeta yaşayan bir ölü gibiydi.
Sude, arkadaşının başına gelenlerden sonra açılışı da bahane ederek on günlük izin almıştı izin süresince Ömür, onu bir gün olsun yalnız bırakmamış sürekli arayıp sormuştu. Bazı akşamlar Sude ile birlikte yürüyüşlere çıkıyorlardı. Bu yürüyüşlerin Sude’ye iyi geldiği aşikârdı. Bazı geceler İlkem’i de yanlarına alarak hep birlikte kısa yürüyüşlere çıkıyorlardı.
Sayılı gün çabuk geçermiş demişler. Sude’nin izni de göz açıp kapayıncaya kadar bitmiş ve ayrılık vakti gelip çatmıştı. Ömür, ısrarla tayinini buraya almasını istiyordu Sude’den. Ama Sude, buna yanaşmıyor genç adamı kırmamak adına, “Bakarız, neden olmasın,” gibi kaçamak cevaplar vererek onun teklifini geçiştirmeye çalışıyordu.
Sude’nin son gecesiydi. İlkem, annesinden rica ederek Ömür ve kız kardeşi Songül’ü akşam çayına çağırmıştı. Ömür’ü çağırmaktaki maksadı Sude, gitmeden önce onları son kez bir araya getirmekti. Güzel sohbetler eşliğinde çaylar içildi muhabbet koyulaştıkça koyulaştı. İlkem, onca yaşadıklarından sonra arkadaşlarıyla aynı ortamda olmayı seviyordu; çünkü vurulma hadisesinden sonra kendisi ölümün soğuk yüzüyle karşılaştığı için şimdilerde kaybetme korkusunu daha çok hisseder olmuştu.
Tek isteği elindeki güzel anların tadını çıkarmak ve hayatı doyasıya yaşamaktı. Yoksa bu dünyadan çekip gitmek insanoğlu için an meselesi olabiliyordu. Bunu birkaç hafta önce bire bir yaşamış ve görmüştü. Hoş henüz hiçbir şey bitmiş sayılmazdı zira bütün aramalara rağmen suçlu henüz yakalanmamıştı. Hala risk altında sayılırdı.
Elle tutulamayan zaman kavramı hızla geçip giderken Sude ile son geceleri de bitmek üzereydi. Sude, Ömür, Zarife Hanım, üçlüsü kendi aralarında koyu bir sohbete dalmışlardı. Bunu gören Songül, kaş göz işareti yaparak İlkem’in dikkatini onların üzerine çekmeye çalışıyordu. Genç kız, kaş göz işaretiyle de yetinmeyip, “İlkem abla, baksana bunlar birbirine ne kadar güzel yakışıyorlar,” diye soruvermişti. Hem de açıktan açığa. Ömür, “Songül!” diye uyarırken Sude, utancından kıpkırmızı olmuştu. Songül, abisinin uyarısına umarsızca omuz silkerek, “Yalan mı söylüyorum?” diye tekrarladı yaptığı gafı.
Songül’ün gafını düzeltmek İlkem, anında devreye girmişti. “Songül tatlım, çay tepsisini getirir misin?” dedi yerinden kalkıp mutfağa doğru giderken. İlkem’in arkasından mutfağa yönelen Songül, “Getirdim İlkem abla,” dedi ve çay tepsisini mutfak tezgâhının üzerine bıraktı.  Songül, tepsiyi bırakıp mutfaktan çıkmak üzereyken İlkem, koluna yapıştı. “Kız dur nereye gidiyorsun?” Songül, masum bir ifadeyle, “Ne oldu ki İlkem abla?“ diye sordu.
“Tatlım durduk yere öyle ortaya laf atılır mı?” 
“Neden ki, bir şey mi oldu İlkem abla?”
“Onları nasıl zor durumda bıraktığını görmedin mi?  Bak Songül’cüğüm evlenmek için illa birbirine yakışıyor olmak yetmez. Önce o iki insanın birbirini sevmesi ve iyi anlaşması gerekir.” 
Songül, hiç düşünme gereği duymadan, “Tamam da onlar zaten birbirlerini seviyorlar,” dedi.  Tuttuğu kolu biraz daha sıkarak genç kızı hafifçe sarstı İlkem. “Tatlım, bunu sen nereden biliyorsun?” 
Kaşlarıyla dudaklar birbirine paralel hareketlerle oynaşırken omuzları kalktı indi. “Bunun için müneccim olmaya gerek yok ki, birbirlerine olan bakışları onları ele veriyor.”
“Kız sen neler biliyorsun öyle, müneccim falan?” Songül, gözlerini kırpıştırarak, “Benim bildiğim başka şeylerde var. Ondan bu kadar rahat konuşuyorum.” dedi. 
Yüzünün her detayına yerleşen merak duygusu onu öğrenmeye itiyordu. “Bilmediğim yok diyorsun, onların hakkında başka neler biliyorsun?” Songül’ün hemen rengi değişmişti. “Yok, söyleyemem. Bu bir sır çünkü abimin sırrı.”
“Sen yine de her şeyi ulu orta konuşma; ayrıca o sır her neyse bir gün bana anlatacaksın. Yazdım bunu kenara, sakın unutma. Hadi salona dönelim şimdi bizi merak ederler.”
Songül’ün yanlışları yüzüne vurulunca ister istemez bundan etkilenmişti. ‘Süt dökmüş kedi gibi’ suçluluk duygusu okunuyordu çehresinden. Salona döndüklerinde Zarife Hanım, “Nerede kaldınız kızım? Ömür biz kalkalım diyor.” 
“Songül ile birlikte biraz mutfağı toparladık ondan geciktik…”
“Sorun değil İlkem Hocam, dert etme kendine,” dedi ve aklına yeni bir fikir gelmiş gibi “ha” diye söze başladı. “Bakın size ne diyeceğim. Hani bizim birbirimize verdiğimiz bir sözümüz vardı yani çok eskiden; içinizde ne olduğunu hatırlayanınız var mı?” İlkem, tek kelimeyle, “Hayır,” cevap verdi.  Sude’nin dudakları bilinmezlikle yukarı doğru kıvrıldığında, “Neydi ki, ben hiçbir şey hatırlamıyorum.”
Ömür, sağ bacağını sol bacağının üstüne atarak arkasına yaslanıp sağ elinin parmaklarıyla kaba baldırına vurarak ritim tutarken gülümsedi. Keyifli görünüyordu. “Korkmayın canım, hatırlamanızı istediğim kötü bir şey değil.”
İlkem, “Biz hatırlamaya çalışana kadar ne olduğunu sen söylesen olmaz mı?” dedi mel mel genç adamın yüzüne bakarak.
Ömür’ün keskin bakışları çok uzaklara mazinin tozlu sayfalarına doğru yol alırken “Hıh” diye bir ses döküldü dudakları arasından. Hayal perdesine hatıralar doluştuğunda kendi kendine tekrar gülümsedi.
Sude, sessizce Ömür’ü bakışlarıyla abluka altına almıştı. İlkem’in gözleri boşlukta dolaşırken kısıldıkça kısıldı ve bakışları hayali bir noktaya sabitlendi. Geçmişi hatırlamak adına zihnini geriye doğru sarıyor ve düşünmeye çalışıyordu, düşünüyordu düşünmesine fakat hiçbir şey bulamıyordum. Ömür, karizması acaba neyden söz ediyordu? Onun zihnini maziye taşıyarak gülümseten bulmacanın adı neydi? 
Ömür, bekledi bekledi baktı ki hiç kimseden bir cevap yok, yüzüne alaycı bir tavır takınarak, “Ne kadar da çok düşündünüz böyle, madem hatırlamadınız hadi size düşünmeniz için 30 dakika daha veriyorum,” dedi keyiflenerek. Ömür’ün sorusu bir bilmeceye dönüşürken İlkem, parmaklarını birbirine sürtüp şaklatarak, “Buldum,” dedi. 
Sude heyecanlanarak, “Ne buldun, bana söyle?” dedi ama boşuna bir heyecandı bu.   “Hayır, olmaz herkes kendisi bulsun,” dedi biraz çocuklaşarak. İlkem’in kulağına doğru eğilerek fısıltıyla konuşan Sude, “Nolur söyle, meraktan çatlayacağım kızım?”
“Canımın içi, soruyu soran Ömür. Sen önce ondan izin al. Ben ondan sonra cevap vereyim,” dedi içinden kıs kıs gülerek. Niyeti Sude’yi Ömür’e muhtaç etmekti. Ömür, bir süre başını öne eğerek bizden bir cevap bekledi. Beklenilen cevap İlkem’de vardı ama doğru cevap mıydı henüz emin değildi…

SICAK TEMASHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin