Hayat neydi, benliğim? Kaybedişlerin kattığı duygular, kazandığımız sandığımız hayatların bizden aldıkları ve daha nicesi... Hayat, bu muydu?
Siyahların içinde beyazlar, iyilerin içinde kötüler, sislerin ardından doğan güneş; bir ressamın tuvalinden gelen melodi...
Ve basamaklar. Büyüdükçe, öğrendikçe adım attığım basamaklardan, geriye indiğini hissedeceğimi tahmin edemezdim. Öyle ki bu bana bir şey daha öğretmişti, adımım geriye doğru olsa dahi; hayat, bazen o basamakları yuvarlanarak indirirdi.
Kaybın ortasında, yaşamın ince çizgisinde devam etmekte olan hayatımın tam da üzerindeydim şu an. Acım içimi yakıyordu, mutluluğum içimi aydınlatıyor; ışığı yüreğimi ıslatıyordu. Her anlamda elini tutan adam vardı ya hani, benimle acıyı da mutluluğu da yaşayan, adımımı attıran oydu bu sefer.
İkinci günün sonundaydık. Gökçe'yle hayat kurduğum evimde, bir dolu kalabalıkla edilen duaların vaktinde. Annemler gelmişti, ablamlar gelmişti, komşular gelmişti ve Zeliha teyzemin kalplerine dokunduğu bir sürü insan. Hepsi, onun için dua etmeye gelmişti. Hepsi, onun için buradaydı; o buradan uzakta olsa da.
Başımdaki haki yazmayı düzeltirken gözlerimde dolu olan yaşlarla öylece bekledim. Balkondaydım, gecenin sonu gelirken kendimi buraya atmadan duramıyordum çünkü teselli sözlerini duymak istemiyordu yüreğim. Ben de iki gündür olduğu gibi geliyordum buraya. Bahçeye bakan balkondan, aşağıdaki erkeklerin arasından birindeydi gözüm.
Cihangir...
Gelenlerle ilgileniyor, ziyaretlerini kabul ediyor, bir yandan da beni gözlüyordu. Eşlerini bekleyen insanlar, apartmandan çıkan kadınlarla bir bir azalırken Mert'e bir işaret yaptığını gördüm. Sonra çardağı geçti, ağacın altında, balkonun tam da önünde durdu yaslandığı gövdeden güç alırken.
Gözlerim, gözlerine değdiğinde kalbim acısına rağmen hala attığını hissettirdi bana. Derin bir nefesi içime çektim. Sanki, "Yapma, harap etme kendini" diye yalvaran bakışları bende dururken, dili bir kelam etmedi. Sadece baktı, diliyle değil belki ama yüreğiyle konuştu.
O baktı, ben ağladım.
Gözlerimden akan damlalara engel olamadım. Sevdiğim orada, ben burada yandık. Ne gecenin rüzgarı yaktı bizi, ne ruhumuza vuran kasırga yıktı.
Biz baktık, biz yaşadık, biz söndük.
Balkon kapısının açıldığını duydum. Duruşum kendini korurken bir derin nefes daha çektim içime. Abimin, hatta babamın gözlerinin bizde olduğunun farkındaydım ama gözlerimi Cihangir'den alamadım. Kollarım kendi kendimi ısıtmak ister gibi bedenime dolanırken ruhumun hissettiği fırtınayı dindirebilecek gözlerden kendimi alamadım.
Ama başka bir el hissettim kolumda. Annemin çenesini omzumda hissederken bana sarılmasına kayıtsız kalamadım, küçük bir çocuk gibi kıvrıldım orada. "Gittiler," dedi annem, misafirlerin gitmesini beklediğimi anlamaması mümkün değildi zaten. "Anne," diye fısıldadım sadece. Ağzımdan bir hıçkırık kaçarken, devam edemedim ama annem onu da anladı. Kollarımı okşayıp, "Esila, Zeliha teyzenle büyüdün sen. Onlar hepimizin içine dokundu, ailemiz oldular. Biliyorum, mutlu günlerinde yanında olmasını çok istiyordun. O da çok görmek isterdi sizi, ama," derken, gözlerime baktı.
"Hayat arkadaşını çok özlüyordu. Her gün konuşuyorduk, her gün içi gidiyordu kızım. O, sizi eşiyle beraber görmek çok istiyordu. Sizi evlatları yerine koymuşlardı çünkü. Bak, çok istedi, şimdi sevdiği insanın yanında."
Teselliler miydi yüreğimi yakan, yalan olduğunu düşünmek mi, gerçeklik payları mı? Bilmiyordum ama içimden bir ses, Zeliha teyzenin yaşadığı kayıptan sonra olan acısının çok daha fazla olduğunu söylüyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SONSUZ ADIMLAR
RomanceDümdüz, simsiyah bir yol. Sonu görünmüyor, hatta bir adım sonrası dahi yok. Zifiri karanlık, her şey belirsiz... Ne yapmalıydı bu durumda? Bu yola birinin ışık tutmasını mı bekleyecekti? Asla. Başkasının ışığına muhtaç olmaktansa, kendi ışığını oluş...