Selamn Aleykum kardeşler. Aslında 1 2 gün önce yazmıştım bölümü ama sonunu tamamlayamadıgim için yayımlayamamıştım. Aslında hiç tadım yok, yazasım da yoktu. Gazze de son bir haftadır kuffar ordusu azdi kudurdu. Ramazan öncesi yine canımızı yakmaya çalışıyorlar. 22 bomba atıldı ve bomba dediğim şeyi öyle küçük bir şey sanmayın. 1 tane Kassam Tugaylarindan kayip verdik, Sehidimizin sehadetini Rabbim kabul etsin. Gazze de olasi bir savaş söz konusu, israil savas icin bahane arıyor zaten. Bir de 1 hazirandan itibaren Israil zindanlarinda açlık grevine başlayan Abdullah Bergusi için ayrica dua istiyorum ve onun gibi niceleri icin.
Dünkü secimler de hepinizin malumu. Lütfen bolca dua edin. Bölümde de eksikler ve kusurlar varsa şimdiden özür diliyorum, Hakkınızı helal edin. Selametle.
''De ki! (Ey Muhammed!) Duanız olmasa Rabbim size niye değer versin? Siz yalanladınız! Öyle is azap yakanızı bırakmayacak.''
-Furkan Suresi 77.Ayet-
Kapı bir kaç kez hızlıca tıklatıldığında son ayeti okuyordum.
Kapı açıldı.
Sadakallahulazim.
"Nesibe?"
Önümdeki rahlenin üzerinden Kuran'ı alıp ayağa kalktım. Rahleyi ve Kuran'ı masanın üzerine bıraktıktan sonra kapıda dikilen Berre ye döndüm.
"Efendim?"
Yanıma gelip bileğimden kavradı.
"Yeter artık çıkıyorsun bu odadan! Resmen bir haftadır dışarıya adımını atmadın ya. Saygı duyayım dedim ama abarttın. Hadi, mutfağa gel!"
"Burası iyi Berre. Sağol, gelmeyeceğim. Biliyorum, Abdullah ve Hamza evde. "
İçeriye girip kapıyı örttü. Kanepeye oturdu ve beni de yanına çekiştirdi.
''Al, bir bak bakalım bunlara.''
Elime bir kaç tane eski fotoğraf iliştirdi.
Fotoğraflar Mescidi Aksa'nın arka sokaklarında çekilmişti. 4,5 tane fotoğrafa tekrar ve tekrar baktım. Berre'nin, benim, diğer halamın oğu Fahed'in, Abdullah'ın ve,
''Bu hamza işte. Bekle şimdi sana anlatıcam. Bir kaç şeyden sonra hepsini kendin hatırlarsın zaten.''
Ben hala boş boş bakınca ekledi;
''Yani, inşallah.''
Biz batı Şeria'dan geleli uzun yıllar oluyordu. Bu süre zarfında hiç de kolay olmayan şeyler yaşamıştım ve Abdullah ile de çok görüşmediğim için orada neler yaşadığımı hatırlamam elbette kolay değildi. Bir de zihnimde, zihnimin büyük kısmını ele geçirip, annem ve babamın anılarıyla çepeçevre saran protestocu bir grup vardı. Gün içinde bir kaç kez büyük çapta gösteri yapıyorlar desem yeriydi.
İlgiyle Berre'yi dinlemeye koyuldum.'' Sizin gelişinizin ilk senesi, Mart ayının ortalarıydı. Ramallah'ın güneydoğusundaki en sevdiğimiz büyük camiye gitmiştik. Daha doğrusu sen bizi sürüklemiştin. Afvan caminin avlusu bizim buluşma yerimizdi. Sen hepimizden küçük olmana rağmen yine de hep en ön safda duruyordun. Hamza zaten başı çekiyordu. Sürekli grubu yöneten kişi olurdu. Sen şunu yap, sen bunu yap. Emir vermeye bayılırdı yani.''
Berre durmadan gülerek anlatıyordu. Bense ciddiyetimi koruyor ve zihnimi zorlayarak, geçmişe dönmeye, o anıları zihnimde tazelemeye çalışıyordum.
'' İşte o gün Hamza, mahalledeki çocukları bir araya topladı ve öğleden önce herkese kafasındaki planları teker teker anlattı. Çekinen herkesi de ikna etmeyi başarıyordu. Sapanlarımızla ve filistin bayraklarıyla birlikte sınıra kadar yürüyecek ve israil tanklarını taşa tutacaktık. Ben ve Fahed hiç gitmek istemiyorduk. Çünkü annem bizi fena haşlıyordu ve sürekli evden çıkmama cezası veriyordu. Biz bir kaç kişi ile bu durumu sesli bir şekilde dile getirmiştik. Biz de istiyoruz ama ailemiz izin vermiyor filan, Hamza hemen sinirleniyordu:
'Onlara haber vereceğimizi söyleyen kim? Biz de artık kendimiz için bir şeyler yapabiliriz, korkakığınıza kılıf uydurmayın.' diye söyleniyordu. Korkak diye adlandırılmak da belki ağırdı ama biz daha çok hamzadan çekindiğimiz için susuyorduk. Sert tavrı herkesi durdurmaya yetiyordu. ''
Yavaş yavaş zihnimde hareketlenmeler başlamıştı. Normalde Berre konuştuğunda kaçıp gitmek istesem de şimdi hiç susmasın istiyordum.
''Biliyorsun, teyzem annemden de sert. Fahed bize 'Annem buraya geldiğimizi öğrenirse bir daha dışarı adım atmama izin vermez' dedi. Haklıydı da. Abdullah ve ben onayladık ama tahmin et kim bizle aynı fikirde değildi? Tabiki Sen! Haha ya o halini hatırlatıkça bir tuhaf oluyorum. Böyle sert sert bakıyorsun, ellerin ceplerinde. Ne söyleyeceğini tahmin etmek zor değildi aslında.Tam hatırlamıyorum yalan olmasın da şuna benzer bir şeyler söylemiştin:''
Berre ayağa kalktı ve benim taklidimi yapmaya çalışarak anlatışına devam etti. Bu hareketleri beni güldürüyordu.
''Bakın, Hamza'nın da dediği gibi- abi de demiyorsun bak ahah- kimseye söylemeyeceğiz. Gidip elimizden geleni yapacağız, sonra da eve döneceğiz hepsi bu!' Abdullah da bir yandan Hamza'yla gitmek istiyordu ama bir yandan da mantıklı düşünmeye çalışıyordu. Ne yalan söyleyeyim aramızda ay farkı olsa da benden kaat be kat zekiydi.
' Peki ya başımıza bir şey gelirse, ya tutuklanırsak Nesibe? Berre, ve ben 10 yaşındayız, Fahed ise 12, isteseler çok rahat alırlar bizi, O zaman ne yapmayı planlıyorsun ?' demişti Abdullah. Biz tabi kaldık öylece, haklıydı. Sen olmaz inşallah diye bizi teskin etmeye çalışsan da üçümüz de ayaklarımızı sürüyorduk gitmemek için. Sen tabi yine sinirlendin, koydun ellerini de cebine, bak aynen böyle;
'Tamam ya tamam gidin hepiniz, annelerinizin dizinin dibinde oturun, ben çıktığım yoldan geri dönmem' ve sonra da bizi bırakıp Hamza'nın arkasında biriken arkadaşlarımızın yanına doğru ilerlemiştin.''
Evet o zaman öyle yapmıştım ama annemi bu kadar erken kaybedeceğimi bilseydim, ben de dizinin dibinde oturmayı tercih ederdim sanırım.
''Biz öyle mırın kırın ediyorduk ama biz de dönemezdik tabi. Abdullah Fahed'i ve beni sürükledi ve hızlı adımlara yürüyüp size yetiştik. Hamza liderliğindeki grubumuzla Afvan caminin çaprazındaki yoldan geçerek uzun boylu ağaçların olduğu koruya girdik. Sen üçümüze de Sapanla alakalı atış yapmaın püf noktalarını gösteriyordun. Hepimiz seninle alay ediyorduk aslında, sen kız olmamalıymışsın filan diye. Neyse sonra filistin bayraklarını boynumuza pelerin gibi bağladık. Alınlarımıza da la ilahe illallah yazan Kassam tugaylarının bandajları gibi bandajları da bağlamıştık. Sen kendinden gayet emin bir şekilde yürüyordun ama belki de yaşlarımızdan ötürü ben, Abdullah ve Fahed biraz tedirgindik.''
O günü gerçekten hatırlamıştım. Şehir de tuhaf ve huzursuz edici bir sessizlik vardı. Sessizliğin ardını kestirmek bir yana alışmak daha zordu. Gazze'de bile sessiz sedasız geçen günlerin ardı hiç hayırlı olmuyordu.
''Evet neyse işte sonra hep birlikte sınıra doğru korkusuzca yürümüştük. hemen sonra Hamza önderliğinde Allahuekber sesleri semaya uzandı. Bir müddet filistin marşı ve kelimei tevhid getirdik sonra nihayet sınıra vardık. ''
O dönemler diğer ülkelerdeki çocuklarla kıyaslanınca hiç de yaşıtlarımız gibi davranmıyorduk, zaten bu topraklardaki her şey kıyasla çok daha farklıydı. Kaybolan topraklarımız ve çocukluğumuz gibi tuhaftı, bu topraklarda tükenen zaman.
İsrail askerlerinin nursuz gözleri, siyah gözlüklerinin ardına, yaşayan bir ölü olan bedenleri de ruhsuz üniformalarının ardına saklanmıştı. Zihnimde geri planda kalmış olsalar bile bu görüntüyü unutamazdım. Nasıl unutulurdu ki, içine işleyen bir nefret kümesi?
Tankları taşa tutmaya basladığımızda olan olmuştu. İlk önce tepkisiz kalan askerlerin sakinliğini, tankın toprağı ezen acı sesi bozmuştu. Tank, meşru olmayan dairelerle , kanlı kalemlerle çizilmiş sınırı öylece geçivermişti.
'' O anları unutamıyorum Nesibe ya. Ama Hamza'nın gözlerinde korkudan eser yoktu. Onun hemen arkasında yürüyorduk ve adım adım onu izliyorduk. Tank harekete geçince grupta bir dağılma bir kargaşa oluştu. Çığlıklar tekbirlere, tekbirler, anne nidalarına karışıyordu. Ben sadece iki elimle kulaklarımı kapattığımı ve başımı dirseklerimin arasına sıkıştırdığımı hatırlıyorum. Bir anda gözlerimi açıp sizi aramıştım ve hiç birinizi göremememiştim. O an hissettiğim telaş bambaşkaydı.''
Ellerini kalbinin üzerine koydu. Sanki şu an o anları yeniden yaşıyor gibi anlatıyordu.
''Sonra gözlerim Abdullah'ı buldu. Hamza'ya geri dönelim, istediğimizi yaptık, haydi, yeter diye bağırıyordu. Hamza dönemem diye inat etti bir süre. Abdullah ona Anne'ni düşün dediğinde ipler kopmuştu tabi. Hamza Türkiye'ye o yüzden gitti zaten. Annesi kanserdi.''
Bir kere daha kendimden utanmıştım.
''Abdullah Hamza'yı kolundan tuttuğu gibi ormana doğru koşmaya başladı. Ben de onları takip ettim. Gözlerim bu kez seni ve Fahed'i arıyordu.''
O an kapıldığım telaşı hissetmeye çalıştım. Etrafın toz duman olduğunu ve yanımda kimsenin kalmadığını hatırlıyordum. Fahed'i görünce ona yapışmıştım.
'Fahed, Abdullah nerede?' diye sormuştum. Aldığım cevap kafamı daha çok bulandırmıştı.
'Görmedim. Nesibe ormana gitmeliyiz, çabuk ol, geliyorlar.'
Fahedi dinlememiştim ve etrafımda dönerek Abdullah'ı aramaya koyulmuştum.
Fahed in beni çekiştirmesiyle aramamı ormana doğru olan yolda sürdürdüm. Yoktu, hiç bir yerde yoktu! Ne Abdullah'ı ne Hamza'yı ne de Berre'yi görebiliyordum.
Çocuk çığlıkları kulağımda yankılanıyordu. İşte şimdi her şey birbirine giriyordu. Bir anlık dürtüyle arkamı dönmüştüm. Kim olduğunu tam tanıyamadığım bir kaç çocuğun israil askerleri tarafından alındığını gördüm. Kim olduklarını anlamaya çalışarak onlara doğru ilerlerken, alınan çocuklar dışında etrafta kimsenin kalmadığını fark etmiştim. İsrail askerleri tarafından yakalanan çocukları tanıdığımda olduğum yerde kalakalmıştım. Hamitti o!
Babam daha türkiyeden ok, yay ve gedeleç takımını getirmemişti ama kendi yaptığım ok ve yayım vardı. Profesyonelliğin çok ama çok uzağında kalan hatta bakınca pek de yay olduğu anlaşılamayan bir aletti aslında. Normal bir okun dörtte biri kadarlık bir boyu olan ok dediğim uzun çubuklardan birini cebimden çıkarmıştım. Her birini kendi ellerimle hazırlamıştım.
Malzemelerimi hazır ettim ve biraz ileride duran askerlere baktım. Ne kaybederdim ki, İsrail askerlerinin birinin de olsa canını yakabilsem bu bana yetecekti. Tam nişan aldığımda beni iten biriyle birlikte yere yuvarlanmıştım. İsrail askerlerine çok uzak değildim, beni görmeleri an meslesiydi.
''İşte sonra sol tarafımda gördüğüm Gülsümle birlikte koşmaya devam ediyorduk..''
Berre konuşmasına devam ediyordu ama ben çoktan kendi anılarımla baş başa kalmıştım . O'nu dinelemekten ziyade kendi iç dünyama gömülmüştüm.
Beni yere iten kişinin Abdullah olduğunu farkettiğimde, daha ağzımı açamadan beni bileğimden tutup maraton koşularına fark atacak bir hızda sürükleyerek yanında koşturmuştu.
Nihayet camiinin oraya geldiğimizde yorgunluktan biten bedenimi yere atmıştım ve sırt üstü yatarak bir müddet gökyüzüne bakmıştm. Daha sonra kalkıp Abdullah ve Hamza'nın yanına geçip oturmuştum.
Herkes boş bakıyordu. Berre ve Fahed kendi aralarında annelerine ne diyeceklerini tartışıyorlardı. Hamza birden ayağa kalkmıştı. O kadar boş bakıyordu ki, sanki içinde bir ruh yoktu, kemik torbasından ibaretti üzerinde taşıdığı cesedi. Sol kaşıma değen bir el ve sızlayan kaş yüzünden yerimden sıçramıştım. Abdullah kanayan kaşımın üzerine bastırıyordu.
'Kaşın kanıyor.'
'Fark ettik, kimin yüzünden acaba! Ne diye beni öyle yere atıyorsan?!'
'Askerler sana el bebek gül bebek bakarlardı zaten! İyilik ediyoruz bir de işittiğimiz azara bak, akıllı ol kızım!'
İkimiz de birbirimize ellerimizi kaldırdığımız sırada Hamza'nın kendi kendine mırıldanması ve ağlamasıyla didişmeyi kesmiştik.
Hamza ağlarak 'Söz vermiştim' diyordu. Hiç susmadan değişik tonlarda bu cümleyi tekrar edip duruyordu.
'Osman, Ömer ve Hamit. Geride kaldılar. Seni tutmasaydım, şimdi bu saydıklarım arasında sen de olacaktın.'
Abdullah'ın dediğine aldırmamıştım. Hamza'ya kilitlenmiştim. Hamit'in sol bacağı sakattı. Ömer ve Osman da ikiz kardeşlerdi. 3'ü de Hamza'nın en yakın arkadaşlarıydı..
''Yaa öyle işte Nesibe. Yani diyorum ki, bak fotoğraflarına kadar her şeyi var. Biz çocukluk arkadaşı sayılırız. Hatta bak Abdullah ve Hamza'nın bu fotoğrafını sen çekmiştin. ''
Fotoğrafı elime alıp uzun uzun baktım. Hatırlamam gereken çok şey vardı ama şimdiden başım ağrımaya başlamıştı.
''Bak Nesibe, evet hoş değildi ama Gazze'ye olan düşkünlüğünü ve giden insanlara kaçak muamelesi yaptığını hepimiz biliyoruz. Ama Hamza'nın anne ve babasını sen öldürmedin. İnsanlık hali, çıktı ağzından bir kere. Gel özür dile, bitsin gitsin.''
Berre'nin dediği kadar basit değildi, git özür dile bitsin gitsin le olmazdı öyle. Arada kaldığımı görünce beni bana bırakmadan kolumdan tuttuğu gibi kaldırdı.
''Dur bir dur, başörtümü yapayım.''
Başörtümü yaptıktan sonra Berre önde ben arkada mutfağa doğru ilerledik.
Gayet hantal adımlarla, mutfağa ulaştığımda Berre önümdeydi. O kadar tedirgin o kadar utanç doluydum ki, beynim doğru kelimeleri bulmak bir yana, arapçayı, hatta konuşmayı unutmuş gibiydi. Hamza mutfakta tek başına oturuyor ve telefonuyla uğraşıyordu.
Nasıl bu kadar silebilmiştim hafızamdan tüm olan biteni, çocukluğumu..
Kendime kızmakla meşgulken , Berre'nin beni dürtüşüyle konuşmaya başlamam gerektiğini anlamıştım. Boğazımı kısa bir öksürük ile temizledim. Bakışlarım halının desenlerinde koşar adım geziniyorlardı.
" Şey,"
Evet harika bir başlangıçtı cidden . Önce nasıl olduğunu mu sorsaydım? Ne soracaktım ki onun halini hatrını , bana neydi. Yok yok direk söylemeliydim. Özür dilerim, bu kadar. Neden konuşamıyordum ki bir türlü. Kasılmaktan sırtıma ağrı girmişti.
Berrenin sesli bir şekilde iç geçirmesi ve Hamzanın:
"Seni dinliyorum Nesibe. " demesi hiç de yardımcı olmuyordu.
Bir dakika ben bu çocuğa adımla seslenmemesi gerektiğini söylememiş miydim ! Neyse ,bu seferlik sakin olmalıydım. Suçlu olan taraf bendim ne de olsa.
"Şey, ben geçen gün.. Yani sana ve ailene karşı, demek istediğim.. Ben aslında.."
"Nesibe? "
Abdullah'ın bir anda mutfağa girmesiyle hiç bir şey ifade etmeyen cümlem yarıda kesilmişti.
Abdullah'a cevap vermeyip devam etmeye çalıştım. Bu işkence bir an önce bitmeliydi.
Aslında Hamza anlamıştı özür dileyeceğimi, kim anlamazdı ki. Ama hiç bir şey söylemiyordu. Sırf benim böyle sıkılmamı, sürünmemi görmek istiyordu belki de. Kaldı ki haklıydı. Benim de aileme karşı biri öyle aptalca konuşsaydı ben daha beter olmasını isterdim sanırım. Zihnimi toplamaya çalıştım,
"Ben o günki sözlerimden dolayı. ."
Abdullah sözlerimi yine yarıda keserek :
"Tamam Nesibe tamam, isteyerek söylemediğini biliyoruz zaten. Ne diyeceğim bu hafta çok yoğun olacağım ama bugün boşum. İstersen Şucaiyye 'ye götüreyim seni."
Hamza sakin ve otoriter bir tonda:
"Nesibe bir şey diyordu Abdullah, bitirmesine izin ver." Dedi.
Sukunetimi koruyarak onları dinliyordum.
"Cümlenin başından sonunu tahmin edecek kadar zeki olduğunu biliyorum Hamza. Uzatmayalım kardeşim. "
Hamza tekrar telefonuna dönerek umursamaz bir tonda ''Özürünü kabul ediyorum Nesibe.'' Dedi.
Berre yanımdan hızlıca geçerek mutfaktan çıktı. Hamza'nın bu kendini beğenmiş halleri sinirimi bozsa da nefsimi kırıp teşekkür etmeye yeltenmiştim ki Abdullah seslendi,
"Ben aşağıda bekliyorum. "
Kafamı salladım hiç bir şey demeden mutfaktan çıktım. Oturma odasına giren Berre'nin aksine salona yöneldim. Yengem ve Halam Zeynep ve Nurbanuyla salonda oturuyordu.
Göz ucuyla Zeynep'e baktım. Hiç bir sıkıntı gözükmüyordu. İlaç tedavisi de bitmek üzereydi ve çok şükür durumu tekrar ciddileşmeden atlatabilmişti.
Yengemi salondan çıkarıp Şucaiyye'ye gideceğimizi söyledim. Onaylayınca Zeynep'i önce Allah'a sonra yengeme emanet gedip odaya geçtim.
"Geliyorsun Berre, değil mi ?"
Biraz suratı düşmüştü ama hemen ayağa kalkıp dolabın üzerindeki aynaya yöneldi. Berre bana nazaran biraz daha renkli giyiniyordu. Başörtüsünü düzeltti ve dudak nemlendiricisini sürdü.
"Sürme şunu. "
"Renk vermiyor ki, hem kuruyunca acıyor. "
"Kendini kandır, parlıyor baksana. Acıyorsa akşam yatmadan sürersin." dedim gayet sinir bozucu bir gülümsemeyle.
"Haydi haydi çıkalım." diyerek odadan çıktı. Ben kapıya yönelirken o mutfağa doğru ilerledi.
"Sen de gelsene Hamza."
Gerçekten şaka yapıyor olmalıydı. Gidip Berre'nin koluna yapıştım.
Hamza ise çoktan ayaklanmıştı. Onun ne işi vardı ki. Oraya tek başıma gitmek bile bana bir külfetken şimdi resmen bir orduyla gidiyordum.
Kaldı ki 4'ümüz birlikte... İçim hiç rahat etmiyordu, kesinlikle etmiyordu.
Aşağıya indik. Abdullah arabadaydı.
Ben biraz daha önden gidip Abdullah'ın camının önünde durdum. Hamza ve Berre henüz inmemişlerdi.
"Abdullah, acaba gitmesek mi ?"
Abdullah arabadan indi.
"Bir sorun mu var ?"
"Bilmiyorum ya, şimdi birden öyle gidiyoruz deyince, kendimi henüz hazır hissetmiyorum sanırım. Yani çok kolay değil, biliyorsun. "
Arkamdan gelen Berre'nin sesi ile konuşmayı kestim.
"Noldu Nesibe ?"
"Nesibe gitmek istemiyor sanırım Berre."
"Aa, ne alaka ya ? Sen değil miydin gitmek için günlerdir uğraşıp duran ? Olmaz hazırlandık o kadar,gidelim şimdi. Zaten bir daha ne zaman gideceksin ? Sen bilirsin demek isterdim ama diyecemeyeceğim Nesibe, hadi gidelim. "
Haklıydı. Dünya etrafımda mı dönüyor sanıyordum? Ben isteyince her şey olsun istemeyince olmasındı.
Geniş arabanın arka kısmına Berre ile bindik. Önde de Abdullah ve Hamza vardı.
Gerçekten deli gibi huzursuz hissediyordum. Ellerimi feracemin cebine sokup, koltuğa iyice sindim.
Berre sürekli ön tarafa bir şeyler anlatıyordu.
Cebimden kulaklığı çıkardım ve Kabe imamlarının ses kayıtlarının olduğu parça listemi açtım. Rahman suresi kulaklarıma doluştuğunda, kalbimi saran sis bulutları biraz dağılmıştı.
Abdullah arabayı çok hızlı kullanıyordu, bir kaç kez ciddi şekilde sarsılmıştım.
Ama ağzımı açmamam gereken bir ortamda olduğum için sessiz kaldım. O kadar çok dönmüştük ki midem bulanıyordu. Rahman suresi bittiğinde kulaklığı çıkarıp telefona sararak cebime koydum. Çok geçmeden Şucaiyye'ye varmıştık.
Yine araba tam durmadan kapıyı açıp atladım. Bu artık bende huy olmuştu. Sakarlığıma ters olarak bunda hiç bir şey olmuyordu, yani Rabbim koruyordu.
Arabayı park edip yanıma geldiklerinde, bana söylenmelerini kulak ardı ettim.
Evet, harabe önümde boylu boyunca uzanıyordu.
5 katlı bir binanın en üst katında oturuyorduk. Şimdi 1 katlık bile bir yükseklik kalmamıştı. En üst katta oturduğumuz için burası tam olarak yerle bir olmuş değildi. Moloz yığınlarının tepesine doğru ilerlemeye başladım. Altımda ezilen toprak ve beton yığını karmaşık bir sırayla iç içe getmiş yatıyordu. Arada sendeliyordum.
''Nesibe dikkat et!''
''Abdullah siz aşağıda kalın ben kendim bakar inerim.'' diye cevap verdim.
Balkonumuzun yan yatmış ve yarısı dağılmış şekilde sağ tarafımda duruyordu. Dairemizin de sadece balkona açılan salon kısmının 10 metre karelik bir alanı toprak yığınının üzerinde kalmıştı. Bu manzara karşısındaki tek refleksim iç çekmek olmuştu, yalın ve sessiz bir iç çekiş.
Seri hareketlerle ilerleyip balkonun yanına ulaştım. Başımı biraz eğerek dairemizin içerde kalan kısmında alabileceğim bir şey var mı diye baktım. Gördüğüm bir kaç parça eşya binlerce hatıranın hatırlatıcılarıydı. Binlerce anı zihnime doluşuyordu. Annemin ve babamın kokusu tenimde yankılanıyordu.
Tam da tahmin ettiğim gibi benden önce birileri buraya gelmiş ve bazı eşyaları dışarı çıkarmıştı. Sırt çantamı gördüğümde içinde ne var ne yok bakmadan üzerini çırpıp sırtıma taktım. Annemin bazı kitapları parçalanmış, koparılmış bazıları da sağlam şekilde moloz yığınlarının üzerinde duruyorlardı. Gelenler kitapları işe yaramaz olarak görmüş olmalıydılar. Çoğunun türkçe olması da almamaları için ayrı bir sebep olabilirdi. Annemin kitaplarından alabildiğim kadarını çantaya attım. Sadece ayakları görünen, yığıntıya gömülü bir bebeği sert bir hamle ile çekip aldım. Zeynep'e diktiğim bez bebekti, başı kopmuştu. Bu halde onu Zeynep'e götürmezdim, gerçi sağlam olsa da götürmek istemezdim. Benim gibi eskiye saplanıp kalmasındı.Etrafımda bulabileceğim başka bir şey ararken, aşağıda duran Berre ve Hamza'ya takıldı gözüm. Hamza ellerini ceplerine koymuş, etrafda yavaş adımlarla dolaşıyordu. Bir şeyleri düşündüğü kesindi ama ne düşündüğüne dair tek bir fikrim yoktu, gerçi umrumda da değildi. Berre de telefonuyla oynuyordu. Abdullah gözükmüyordu.
''Nesibe!''
Arkamdan bağırmasıyla Abdullah'ın da nerede olduğunu anlamış oldum.
''Biraz daha dikkatli olamaz mısın? Düşeceksin.''
Etrafta dolanmaya devam ederek;
''Bir şey olmaz, dedim ya.'' Dedim.
''Hiç değişmeyeceksin, hiç'' diye karşılık verdi.
Balkonun olduğu tarafa tekrar gittim ve balkonun moloz yığınıyla birleştiği yere oturdum. Ayaklarım aşağı doğru sallanıyordu.
Aşağı doğru sarkan ayaklarımı ileri geri sallıyordum. Eğer üzerine oturduğum sağlam olmayan yığın ağırlığımı taşıyamazsa biraz yuvarlabilirdim ama umursamadım.
''Nesibe istersen dönelim artık?''
Sanki buradalardı. Annem ve babam yanı başımdaydı sanki. Her hücreme kadar hissediyordum bunu. İliklerime ilişmiş özlemin neden olduğu bir halisülasyon da olabilirdi. Yaşamak fiilini erteliyordum sanki şu an.Gözlerimden akan yaşlar da bana inat hala yaşadığımı gözüme sokmak ister gibi yanaklarımdan birer birer dökülüyorlardı.
''Biliyor musun Abdullah, tam burada, bu balkonda oturuyorduk babamla. Görüş açımız böyle değildi tabi. Ufka bakıyorduk. Böyle yerle bir olmamıştık o vakitler. Babamın telefonuna gelen mesajla annem telaşa kapılmıştı. İsrail mesaj atıyordu. Evlerinizden çıkın, bombardıman başlayacak diye. Annem çoktan çantasını hazırlamaya başlamıştı. Bense babamın dizlerine yapışmıştım sıkı sıkıya. Babam bıraktırdı Annem'e çantasını.Üçümüz birlikte balkona çıktık. Babam bağırıyordu gökyüzüne doğru ama yüzü sert değildi. Benim babamın çehresi hiç bir zaman sert değildi ki Abdullah.''
Bakışlarımı biraz geride, başımda dikilen Abdullah'a çevirdim bir kaç saniyeliğine, sonra tekrar önüme dönüp anlatmaya devam ettim. O da sessizce dinliyordu.
'' Gitmeyeceğiz diye haykırıyordu babam. 'Bizim evimiz burası. Çıkmayacağız evimizden. Kaçarken ölmeyeceğiz biz! Ölürsem de evimde öleceğim. ' Ben o zamanlar belki 12 belki 13 yaşındaydım. Tekrar Gazze'ye döndüğümüz yıllardı. Büyük sayılmazdım. Babam ölümden bahsediyordu. Başka bir çocuk olsa korkardı, korkmalıydı yani. Ama ben korkmuyordum Abdullah. Biz Ölüm'e gülümseyen insanlarız. Babam böyle derdi hep.''
Yine çenem düşmüştü, hızlıca toparlanıp kalktım. Gözümden akan yaşları hışımla sildim. Biraz başım dönüyordu. Umursamadım ve aşağıya doğru , sırtımdaki sırt çantasıyla alelacele indim. Abdullah da benim ardımdan indi.
Yürümeye devam ederken ayakkabımın açılan bağcıkları ayağıma dolandı ve durup bağladım. Abdullah, Hamza ve Berre biraz önde kalmışlardı.
3'ünün de görüntüsü giderek bulanıklaşıyordu. Bir adım attım. Şu an kendi bedenimi taşımakta güçlük çekiyordum. İkinci bir adımı atamadan kendimi bir anda boşlukta buldum. Sanki zaman giderek kendini yavaşlatıyordu. Geriye doğru çekilen bir bedenim vardı. Kontrol ve irade beni terk ediyordu.Ve hissettiğim son şey toprakla bütünleşen, sırtımın arkasındaki, sert sırt çantam olmuştu.
...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DİRENİŞ
SpiritualBurası kanın kızıllığının her karışına bulaştığı, gökyüzünün kana bulandığı yerdi . Burası ölümün insana nefesinden daha yakın olduğu yerdi . Gazze'de doğmak; doğuştan direnişçi olmaktı . Küfre, açlığa, susuzluğa, ölüme ve en çok da suskunluğa diren...