Etrafımda yavaşça döndüm. Elbisemin eteklerinden tuttum ve hafifçe kaldırdım. Yere sürünürse kirlenebilirdi.
Hemşirenin az önce dediği şeyleri düşünmemeye çalıştım.
Şimdi bir üst kata çıkıp Ahmet'e bakınacaktım ve Abdullah'ı aratacaktım. Bu kadar geç gelmesi hiç hoş değildi.
İçimde sallanıp duran endişe kümelerini en yüksek uçurumlardan yuvarladım. Bir kuş gibi çırpınan kalbime sakin olmasını telkin ettim. Korkacak bir şey yoktu sonuçta, öyleydi değil mi ?
Abdullah'a bir şey olmazdı ki.. Olabilir miydi ?
Adımlarımı hızlandırdım. Merdivenleri zor bela bitirip kata girdiğimde sinir krizi geçiren insanların seslerini duymamaya çalıştım. Odaların önleri öylesine doluydu ki, kapılar bile gözükmüyordu. Elbiseyi sıkıca kavrayan parmak boğumlarım uyuşmaya ve ellerim titremeye başlamıştı. Koridorun içinde giderek zirveye tırmanan merak ve korkuyla ilerliyordum ki, gördüğüm bir bedenle birlikte durdum.
Gri metal sedyeye yatırılmış, alnında bandaji olan, dudakları kıvrılmış, gülümseyen bir şehit.
Bir adım yaklaştım.
Yeşil bandaj, solan ve kanı çekilen yüzünde daha çok parlıyordu. Bandajın üzerinde yazan kelime-i tevhid, sanki şehidin dudaklarından da okunuyordu.
Bir adım daha attım.
Biri genç diğeri yaşlı iki kadın dışında etrafında kimse yoktu .
Şehidin Koyu kahve dalgalı saçlarına kan bulaşmıştı.
Köprücük kemiklerine kadar beyaz bir örtüyle örtülmüştü.
Bir adım daha atacak oldum ki, istemsizce sağ yanıma çevirdim başımı. Hamza, sırtını, acılarını yaslar gibi yaslamış duvara, sessizliğini hıçkırıklarına gömüyordu. Yanlızlığını gizler gibi, yüzünü dizlerinin arasına saklamıştı. Belki dışarıdan bakıldığında ağladığı anlaşılmıyordu ama ben Hamza'yı tanırdım, nasıl ağladığını bilirdim.
Sanki dün gördüğüm değil, 10 yıl önceki Hamzaydı karşımda duran.
Tarih bir sofra gibi önümüzde seriliydi şimdi. Öyle mükellef bir masa değildi tabii, çatal kaşıkların başlarının nereye bakacağı, hangi yanda duracakları mühim değildi. Kırık tabak çanaklarda servis ediliyordu anılar bir bir, çatlamış bardaklardan yudumluyorduk çocukluk denizini.. Modası geçmiş, her biri birbirinden farklı porselen tabaklarda sunuluyordu hüznümüz.. Kimilerine göre kirliydi de sofra bezimiz, bize göre ise tertemiz.
Şehid Kanı bulaşmıştı , şehadet şerbeti dökülmüştü, şehid kokusu sinmişti üzerlerimize.
Bir adım daha attım.
Ve şehidi tanıdım.
İsmini henüz bilemediğim ama daha dün hoşgeldiniz yenge hanım diyen askerdi bu.
Bakışlarımı şehidden ayırdım.
Karşımda 3 gencin zor tuttuğu bir yiğit vardı.
Ahmed.
"Bunlar insan değil! Yemin ediyorum değil! Hepsini geberteceğim. O kuş beyinlerinin olduğu saman kafalarını gövdelerinden koparacağım! "
Uyuşuk beynimi düşünmeye zorluyordum.
Şehidin yanından ayrılıp Ahmed'e doğru ilerledim.
"Ahmed ?" dedim sessizce.
Ahmed hala sakinleşebilmiş değildi. Yanındakiler de başlarını önlerine düşürdüler.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DİRENİŞ
SpiritualBurası kanın kızıllığının her karışına bulaştığı, gökyüzünün kana bulandığı yerdi . Burası ölümün insana nefesinden daha yakın olduğu yerdi . Gazze'de doğmak; doğuştan direnişçi olmaktı . Küfre, açlığa, susuzluğa, ölüme ve en çok da suskunluğa diren...