35
~Judith~
9 yaşındayken Umberto Eco'nun bir kitabını okumuştum. Daha doğrusu, okumaya çalışmıştım. Bitirememiştim. Ağırdı kitap, sonra da okumak aklıma gelmedi.
Diyordu ki, "Kediler pencereden düşüp burunlarını yere çarparlarsa bir daha koku alamazlarmış ve koklama duyusu onların yaşamlarında çok önemli olduğu için artık hiçbir şeyi tanımazlarmış. Ben burnu yere çarpmış bir kediyim. Bir şeyler görüyorum, ne olduklarını anlıyorum elbette, mesela şu karşıdakiler dükkan, şu geçen bir bisiklet, işte ağaçlar, ama... ama onları hissetmiyorum, sanki üzerime başkasının ceketini giymeye çalışıyor gibiyim."
Başkasının ceketini giymeye çalışıyor gibiyim, kesinlikle.
Etrafımdaki herkes yabancı gibi. Annem ve Daniel bile. Diğerlerinden daha yakınlar bana, elbette, ama hatırladığım zamanla kıyaslanamaz bir uzaklıktalar.
Bu berbat hissettiriyor. Yalnızım.
Odama giren, benimle küçük bir kız çocuğuymuşum gibi konuşan insanlar var. Hiçbirini tanımıyorum ama hepsi beni tanıyor. Hepsi bana ilgi gösteriyor. Annemle takılan bir kadın vardı, Maura, o hiç ayrılmıyor zaten. Onu sevdim. Tatlı bir kadın. Oğlu var bir de. Niall.
Aslına bakarsan onu 'Maura'nın oğlu' olarak tanımlamamam gerekiyor sanırım. O benim için özel biriymiş. Annem öyle dedi. Anladığım kadarıyla o benim erkek arkadaşım. Ne zaman ve nasıl tanıştık (ki bu çok mühim bir soruydu çünkü Bebe Teyze'nin dediğine göre o ünlü bir müzik grubunun solistiymiş ve milyonlarca hayranı varmış), ne zamandan beri beraberiz, aramızda nasıl bir ilişki var, hiçbirini bilmiyorum. Bana çok ilgi gösteriyor. Onu defalarca beni izlerken yakaladım. Daniel'a tahammül edemiyor. Ve... biraz tuhaf görünüyor. Bayan Mandy'den gizlice bir kere internete girmiştim ve ilk işim onu araştırmak oldu. Fotoğraflarında çok daha dinç görünüyor fakat şu an öyle değil. Çökmüş gibi. Bilmiyorum. İnternetteki haberlerde uyuşturucu kullandığı söyleniyordu. Ve haberlerde benim de adım geçiyordu.
Ben uyuşturucu kullanıyor olamazdım. Muhtemelen ikimiz hakkında da yanlış bir bilgi verilmişti.
Bir de onun arkadaşı var, Louis. Çok şeker biri. Benimle ilgilenen insanlardan sadece biri gibi görünmüştü en başta ama öyle değil. Diğerleri gibi bana Niall'ın ne kadar iyi olduğundan, beni ne kadar sevdiğinden bahsetmiyor. Bu hoşuma gidiyor. Artık sık sık gelmiyor fakat geldiğinde de beni eğlendiriyor. İyi biri, onu sevdim.
Bunların hepsini bir kenara bıraktığımda ortada tek bir gerçek kalıyor.
Hiçbirini tanımıyorum.
Evet, hepsi bana yardımcı olmaya çalışıyor. Evet, eminim ki hepsi iyi insanlar. Onları tanıyormuşum, herkes böyle söylüyor. Ama baksana, fiziki yaşım 21, hafızam ise 15 yaşında olduğumu söylüyor bana. Bu... çok karmaşık. Ben Indianapolis'te yaşıyorum. En azından, hatırladığım zaman oradaydım. Şu an ise tamamen farklı bir kıtada, alakasız bir ülkede, nedenini bilmediğim bir şekilde Londra'dayım. Bir hastanedeyim ve buradan çıkamıyorum. Hatırladığım zamandan daha uzunum ama neredeyse aynı kilodayım. Belki de daha hafif. Saçlarım sarı. Ben saçlarımı boyatmamıştım.
Delirmek üzereyim.
Niall kafamı çok meşgul ediyor. Ona karşı bir duygu beslemiyorum. Ama o odaya girdiğinde veya sadece koridorda yürürken bile gördüğümde içime hoş bir ferahlık dolduğu da doğru. Ferahlık veya güven, bilmiyorum. Sanki o hep buradaydı, yanımdaydı ve bedenim onu görünce bir tepki veriyor. Aslına bakarsan sanırım gerçekten de hep yanımdaydı. O bana evlenme teklifi etmiş. Ben de kabul etmişim. Bunu Louis anlattı bana. Daniel bana evlenme teklifi ettiğinde Niall'a gitmesini söylemiştim. Sonra Louis de yanıma gelip bunları anlattı ve gitmemesini söylememi istedi. Söylemedim. Çünkü gitmesi gerekiyordu. Kim olursa olsun benim yüzümden sarı olan saçlarını kahverengiye dönene kadar önemsememezlik yapmamalıydı. Bu onun iyiliği içindi. Gitmesi onun için iyi olacaktı.