Bir yıkımın tohumunu taşıyorum. Yeşil, anlamını yitirdi. Yeşillik taşlara dönüştü. Renkler değişti. Tepetaklak oldu korneama düşen her görüntü. Artık beynim algılamıyor, gözlerim yaş salgılamıyor. Sensizlik, senin gidişine ağlıyor.
Sen gittin gideli sözlerim gri söyledi, gözlerim siyah gördü. Çünkü sen gittin, renkler bana küstü. Buğu düştü toprağa ve renklerim gitti. Sen renklerden oluşan bir kadın, ben harflerden oluşan bir erkek. Sen renkli bir resim, ben tonları yaprak yaprak dökülmüş bir sonbahar sepyası.
Artık o sapsarı güneş battı, toprak siyaha bulandı. Çamurlaşmış hayallerimi sadece bu tohum taşıyor artık. Hiç olmamış bir birleşmenin görüntüsü geliyor sürekli önüme. Ve sesler duyuyorum, çok uzaklardan gelen. Sahiplerini tanıyamıyorum. Belki insan sesleri, bilemiyorum. Ama şunu biliyorum; benim ihtiyacım olan tek bir ses, senin ses tellerinden çıkan. Şimdi kulaklarımda bir sessizlik. Gözlerim de bir hayli silik. Söylesene ey Aşk, bu mudur sensizlik?
Her şey biraz silik, biraz buğulu. Önümde güldür güldür çalışan, askılı vagonlarıyla bir teleferik istasyonu. Kulaklarımın içinde çınlayan sesleri ruhuma bir Mantra meditasyonu. Sesini seveyim, değişir miyim senin sesine? Seslerim de gitti. Bir gün filizlenir mi bu tohum, günyüzü görür mü bu yüz bilmem; ama sen gidince bir daha hiç görünmedi gül yüzün. Ne kırmızı bir gül döndürebilir şimdi seni, ne de kulaklarına fısıldayacağım bir sözüm. Söyler misin ey Aşk, bu mudur son sözün?..
Papatyalar koparıldıktan sonra kokar derler. Bir ölüm nasıl bu kadar güzel kokabilir, hiç anlayabildin mi? Ben şimdi anlıyorum. Sen gidersen ben ölürüm demiştim ya sevgili; şimdi beni iyi oku, bunlar bir ölünün cümleleri...
Sen gittin, ben uçsuz bir çölün içine gömüldüm. Artık yalnızca altunî bir vaha gözbebeklerime yansıyan. Sen gittin, ben sapsarı kum tanelerine büründüm. Mecnun'un ağladığı yerdeyim, tek başıma ağlıyorum. Ve süründüm; bozulmuş yeminlerin, tutulmamış sözlerin yalnızlığında. Üşüyorum şimdi. Üşüyorum ve her gün biraz daha kapanıyor gözlerim. Hayatın yirmi yedinci katından düşüyorum. Ne vahaya susuyorum, ne kumlara kanıyorum. Ben çölün hep sabahına aldanıyorum. Meğer nasıl titretirmiş adamı çöllerin gecesi! Bu zamana kadar hep sıcaktı buralar, şimdi soğukların en sert ayazına düşüyorum. Odamı bu kadar soğuk yapan nedir? Kan çanağına döndü, panikliyor artık kalbim. Gözlerin beliriyor odamın duvarlarında. Bana ilk kez baktıkları gibi bakıyorlar hep. Ama ele vermiyorlar anılarımızı. Hatırlamıyorum hiçbir seni.
Sen, neden gittin?
Develer dolusu kervanlar görüyorum bu çölde, hep kayıp hatıralar hörgüçlerinde. Gökyüzünü dinliyorum, insanlardan uzaklaşıyorum. Çünkü Midas'ın berberi olmuş şarkılar, acı çektiğimi bilmiyormuş gibi davranan insanlar. Hayat her şeyiyle çok zorluyor artık. Sustum, kaçtım, koştum. Bir ışık aradım kumlarda, bir çift göz. Ama sen bana hep loştun. Ben ne kadar doluysam, sen o kadar boştun. Yoruldum, diz çöktüm odamın duvarlarındaki gözlerine. Sadece onlar bakıyorlardı bana. "Söyleyin" dedim, "sahibiniz gitti, siz bana bakar mısınız yine?"
Çok şey istemiyordum. Sadece, sabahları çayımı yudumlarken bardağın arkasından bana bakan bir çift göz. "Söz" dedim onlara, "ağlatmayacağım bir daha sizi." Ve bir cevap geliyordu: "Söz, sahip sevmese de seni, biz yanında olacağız ağlatsan da bizi."
Kendimi mi avutuyordum yoksa gerçekten mi onları görüyordum, bilmiyorum. Gözlerin ne zaman gözlerime değiyor, eriyen yine ben oluyordum. Onlara verdiğim sözden dönemiyor, ağlayan da ben oluyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YÜZLEŞME
Short Story"Bazı yaralar sâdıktır yarınlara..." Kaybedenlere yazıldı bu kitap, yarım kalanlara, eksik bırakılanlara, düşenlere, düşürülenlere, düşleri kırılan ama içinde bi'yerlerde hâlâ o deli çocuğu yaşatanlara; ve ölüme, koyu bir sitem gibi, e...