Merhaba! Gündüz bölümleri hep tadımı kaçırıyor ama mecburum. İstediğim kadar uzun da olmadı hatta içime de sinmedi galiba. Niye böyle oldu ki? Hatalar varsa düzelteceğim ama söylemekten de çekinmeyin.
Bir de şöyle bir şey düşündüm, hikayeyi başka bakış açısından yazmayı düşünmediğimden karakterlerle ilgili bir soru cevap etkinliğimi yapsam? Bunun için fikirlerinize ihtiyacım var. Aile hayatı, kişisel düşünceleriyle ilgili spoiler olmayacak şeyler hakkında sorabilirsiniz belki. Bilemedim belki yapmam ama sesli düşünüyorum. Olabilirliği yüksek.
Öyleyse sizi bölümle yalnız bırakıyorum ve kocaman öpüyorum.
Bölüm şarkısı: This Is The Life - Amy Macdonald
Mart ayını severdim. Bir kere kendine ait kuralları, ciddiyeti vardı. Ne kış sayılırdı ne de yaz. Bir gün güneş açıp ertesi gün yağmur yağdırırdı, bu da bana adaletli gelirdi. Kimseyi kırmıyordu ama fazla yüz de vermiyordu.
Mecburi tatiller yoktu. Yani annenizin zoruyla akrabalarınızla zaman geçirmek, sorularını cevaplamak, kilonuz ve yeme alışkanlıklarınız hakkındaki yorumlarını dinlemek zorunda değildiniz. Tarçın kokan, lacivert bir aydı ve bana asal sayıları hatırlatıyordu.
Yanımda fazla kitap getirmediğimden okulun kütüphanesine el açmıştım ama içim, açılan elimin aksine somurtunca güvenli seçeneklerden birine gidip Harry Potter'ı almıştım. Güzel kitaplar vardı, düşündüğümden çok daha çeşitliydi ama sanırım zihnim yeni bir kitaba hazır değildi ve güvenli, sonunu bildiği bir hikaye istiyordu.
Kendi evimde odamdan mutfağa koşarak gidemediğim, buzdolabını açıp boş boş bakınamadığım ve Nutella kavanozunu kaşıklayıp film izleyemediğim için şimdilik Dursleyler'in eviyle idare ediyordum. Zaten birazdan Harry'nin Hogwarts mektubu gelirdi ve sıska, çirkin teyzesi, şişko, kaba eniştesi ve onun hık deyip burnundan düşmüş ergen irisi oğluyla yollara çıkardık.
Evimi özlemiştim ve tanıdık detaylara ihtiyacım vardı. Yoksa öğle arasında, okulun beni hasta edeceğine emin olduğum mermer merdivenlerinde, martın yalancı baharına inanıp Harry Potter okumazdım.
Harry pastırmalı yumurta tabaklarını masaya koydu, pek yer olmadığı için güç bir şeydi bu. Bu arada Dudley armağanlarını sayıyordu. Suratı asıldı.
Annesiyle babasına bakarak, "Otuz altı," dedi. "Geçen yıldan iki eksik."
"Şekerim, Marge Hala'nın armağanını saymadın; bak, burada, annenle babanın verdiği koca armağanının altında."
Dudley, kıpkırmızı kesilerek "Peki, otuz yedi öyleyse," dedi. Dudley kasırgasının yaklaşmakta olduğunu sezen Harry, ne olur ne olmaz, belki Dudley masayı devirir diye, kurt gibi pastırmaya saldırdı.
Petunia Teyze de tehlikeyi sezinlemişti besbelli, çabucak, "Bugün çıkınca sana iki armağan daha alacağız," diye atıldı. "Buna ne dersin, kuşum? İki armağan daha. Oldu mu?"
Bir an düşündü Dudley. Çetin bir soruydu bu. Sonunda, ağır ağır, "Öyleyse," dedi. "otuz... otuz..."
Otuz dokuz, gerizekalı. Otuz dokuz.
"Merhaba Özge."
Yanıma oturup gülümseyen uzun boylu, kumral çocuğa tuzsuz bir bakış attım. Keyfimi bozuyordu. Keyfimin bozulmasından hoşlanmazdım ama özellikle burada, İzmir'de bu konuda daha hassaslaşmıştım çünkü keyfim pek sık yerinde olmuyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Benim Adım Ebruli
General FictionÜzüldüğünde gökkuşağından bir renk çalan kızın hikayesi.